İslam dünyasında Hz. Muhammed'in ölümünden sonra büyük mitoloji yazarları çıktı. Hz. Muhammed hakkında öyle hikayeler uydurdular ki, ona tanrı adını takmadan verdikleri sıfatlarla onu bir tanrı yaptılar. Oysa Kur'an onun insanlığının aczi üzerinde çok durdu. Hz. Muhammed'i Allah'ın karşısına çıkarıp yüz yüze konuşturdular. Eski âlimler, bu rivayet ve hikayelerin nereden kaynaklandığı üzerinde durmadılar. Sadece hadisçiler, ravilerin zahirî durumlarına biraz bakıp yalan söylemeyecekleri hükmünü verip söyledikleri sözleri Kur'an gibi senet kabul ettiler. Genel kanı odur ki, bu sözler ikinci neslin sözleridir ve sonradan Hz. Peygambere isnat edilmiştir. Tek rivayetli (haber-i ahad) hadislerin itikadi meselelerde delil kabul edilemeyeceğini Mu'tezile, Maturidî ve Eşarî kaide olarak kabul etmişlerdir.(1) Takıldıkları hadisler tek rivayetli olup akli deliller ve Kur'an'a zıddır. Tek rivayetli hadisler itikad konusunda delil olamaz. Her ne kadar ihtimal ve imkan dahilinde olsalar da ilmi ifade etmezler. Nasıl olur da akli delile muhalif oldukları hâlde kabul edilmeleri mümkün olur? (2) Bu konuda mutevatir bir hadis olmadığı gibi rivayetler arasındaki ihtilaflar da çelişki olduğunu gösterir. İtikadi hiç bir konuda mutevatir bir hadise rastlamadım.

Hz. Muhammed'e isnat edilen bir olay da 'miraç' olayıdır. Miraç, yükselmek, yükseğe çıkmak anlamına gelir. Bu manadan ötürü, asansöre miraç yani yukarı çıkaran alet demişlerdir. Hz. Muhammed'e isnat edilen miraç da ise, Kudüs'ten 'burak' denilen hayvana binip yedi kat göğün üstünde arşa çıktığı ve haşa! Allah'la yüz yüze konuşmuş olduğu anlatılır. Hz. Muhammed bu yolculuk süresince göğün her katında bir peygamberle karşılaşmış, altıncı gökte ise Musa Peygamber varmış.

Yüce Allah'ın istediği zaman sevgili kulu Hz. Muhammed'i kainat içinde herhangi bir yere götürüp getirmesine metafiziki açıdan imkan-ı akli ile mümkün denebilir. Ancak imkan-ı fiili açısından Kur'an, Hz. Muhammed'in Yüce Allah'ın karşısına çıkıp da karşı karşıya konuşmalarına izin vermez. Çünkü bu durumda Yüce Allah'ın madde ve cisim olması söz konusu olur. Kur'an'da "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur"(3) deniyor. Bu ayet karşısında mücessime ve mücebbihenin dışında bütün mezhepler Allah'ın cisim olamayacağını çok titizlikle vurguladıkları hâlde nasıl bu çelişkiye düştüler? Sık sık tekrarladığımız gibi, insan önce bir şeye inanınca onun yanlış veya doğru olmadığını düşünmeden ilmine ve inancına göre, akla çok ters de olsa yapıyor. Bunun için diyoruz ki, önce ilim sonra iman. Kur'an'ın ilkesi budur. Önce iman sonra ilim olursa, insan yoldan çıkar, çıktığını da bilmez.

Hz. Muhammed, miraçta Allah'la görüşüp dönerken Hz. Musa'ya uğradığında Hz. Musa, Peygamberimize şu soruyu soruyor: "Yüce Allah'tan ümmetine ne hediye götürüyorsun?" Hz. Muhammed de "günde elli vakit namazı götürüyorum", cevabını vermiş. Hz. Musa, Hz. Muhammed'e, "benim tecrübem var, bu insanlar elli vakit namazı kaldıramazlar, git Rabb'in'den bunu indirmesini iste", demiş. Hz. Muhammed geri dönmüş Rabb'ine çıkmış, Allah da beş vakit indirmiş; Hz. Musa gene itiraz etmiş, Hz. Muhammed'i geri göndermiş. Cenab-ı Hak beş daha indirmiş, ama Musa tekrar itiraz etmiş, bu itiraz ve gidiş geliş dokuz defa tekrar etmiş. Çünkü Cenab-ı Hakk her defasında beş indirmiş ve en sonunda beş vakte inmiş, yine Hz. Musa, bu da çok buna da dayanamazlar, demiş, ama Hz. Muhammed, artık "Rabb'imden daha aza indirmesini istemekten utanırım", cevabını vermiş ve böylece beş vakit namaz Müslümanlara farz olmuş, ancak sevabı elli vaktin sevabı olacakmış. Bu hikayeyi uyduran çok akıllı ve zeki birisi, Kur'an'ın getirdiği münezzeh, yüce, mutlak Allah anlayışını putperestlik, Yahudilik ve Hıristiyanlıktaki tanrı anlayışlarına benzetti. Allah'ı arştan indirdi, bir insan gibi misafirini karşılattı, konuştular, sonra ayrıldılar. Sonra Hz. Musa'nın itirazı ile dokuz defa daha Allah'ın huzuruna çıktı. Allah, dokuz defa inip çıktı mı, misafirini karşılamak için, yoksa geleceğini bildiği için orada mı bekledi? Bu gibi soruları sormak bile Kur'an açısından ne kadar yanlış ve ayıp değil mi? Ama, buna inanmak, Kur'an açısından rezaletin rezaleti, küfür, en azından Allah'ın zatına nezaketsizliktir. Allah'ın oğlu olmadığını, hiçbir şeye benzemediğini o kadar sert ifadelerle anlatan Kur'an inancını temelinden yıkmaya yönelik bir mitolojidir. Ama cahil, gafil, kafasız raviler ve onların destekleyicileri ve inananları, burada Allah'ın yüce, mutlak varlığını düşünmeyi akıl edememişler. Hz. Muhammed'i Allah'ın katına çıkararak onu yüceltmek, Allah'ın vekili, dünyayı idare etmekte yardımcı mevkiine koymak istemişlerdir. Hıristiyanlar da Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu yaparak aynısından daha çoğunu yaptılar. Müslüman mitolojistler de Hz. Muhammed'i böyle yüceltmek, Hz. İsa'dan yukarıda göstermek istemişlerdir. Kur'an ise Hz. İsa'yı görevini yapamamış ve ömrü öylece sona ermiş bir peygamber olarak göstermiştir. Yüce Allah hiçbir peygamberine gönderdiği vahiylerde, artık dininizi tamamladım, bundan sonra peygamber gelmeyecektir, dememiştir. Kur'an ile Tevrat ve İncil arasında bir mukayese yaparak Hz. Muhammed'in peygamberliğini anlatmak çok yeterli bir delildir. Biz diğer peygamberlerin peygamberliğine Hz. Muhammed'i delil getiriyoruz. Onlara dayanarak Hz. Muhammed'in peygamberliğini ispat etmiyoruz, onun peygamberliğinin delili Kur'an'dır.

Şimdi bu miraç kıssasında inanç bakımından olan çelişkileri ve yanlışlıkları gösterelim. Bu miraç hikayesinde geçen Allah ile pazarlık olayı Tevrat hikayelerine ve felsefesine göre düzenlenmiştir. Zaten Hz. Musa'nın da işe karıştırılması bunu gösterir. Yedi kat göğü geçip geliyor, İbrahim Peygamber bir itiraz ve tavsiyede bulunmuyor, niçin? Çünkü Hz. Musa'nın bütün peygamberlerden üstün olduğunu ve Hz. Muhammed'in de tecrübesiz olduğunu, kafasının fazla çalışmadığını ve milletinin tutum ve zihniyetine vakıf olmadığını; Musa'nın daha akıllı, zeki ve milletini düşünen bir peygamber olduğu anlatılmak isteniyor. Bunun Müslümanların kendi aralarında, kendi kitaplarında zikredilmesinin daha etkili olacağından şüphe edilmez. Bu çelişkiler, biraz kafasını çalıştıran halkın bu hikayeyi anlatan vaizlere, Hz. Musa ne kadar akıllıymış, keşke bizim peygamberimiz onun sözünü tutsa da bir defa daha Allah'a gidip namazları iki vakte indirmiş olsaydı, İslam çok daha kolay ve iyi olacaktı, demelerine sebep olmaktadır.

Aslında namaz daha önce farz kılınmıştı, değişik zamanlarda kılınıyordu. Abdeste de belki gerek yoktu. Çünkü abdest ayeti Medine'de en son inen ayetlerdendir. Namazın beş vakit oluşunun da Medine'de inen ayetlerle tespit ve tayin olunması, ayetlere ve olaylara daha uygun düşmektedir. Miraç olayının gerçek olmadığı ortaya çıkınca namazın beş vakit oluşunu ona bağlamak da yanlış olur.

Elli vakit namazın sevabının beş vakte verilmesi de şaşırtıcı olmaktadır. Yüce Allah Kur'an'da bir iyiliğe bir, on, yüz, yedi yüz ve sonsuz sevap verdiğini açıklamaktadır. Namaz önemli bir ibadet olduğu hâlde onun sevabını on misline hasr ve tayin etmenin, namazın önemini düşüreceği de düşünülmelidir. Düşünselerdi rivayet yanlış çıkacaktı, rivayet yanlış çıkmasın diye düşünmeyi, akletmeyi yasakladılar.

Miraç kıssasında, Hz. Musa'nın bildiğini Hz. Muhammed'in akıl edemediğini, Musa'nın Muhammed'den daha akıllı ve tecrübeli olduğunu ortaya atmanın Kur'an'ın ruhuna ve felsefesine aykırı olduğunu kavramayan bön ve düşüncesiz bir Müslümandır. Hz. Musa'nın yüce Allah'tan bile daha âlim olduğunu; Allah'ın Muhammed'in ümmetinin elli vakit namazı kaldıramayacağını bilmediğini, Musa'nın ikazı neticesinde birkaç defa gidip gelerek yapılan elçilikle bile Musa'nın dediğine gelinemediğini görmemiş, düşünmemiş ve anlamamıştır. Bunun, Kur'an'ın Allah anlayışını inkar olduğunu anlamayan Müslüman işe yaramaz biridir. Tevrat'ta Allah'la pazarlığın olduğunu ve ona uyduğunu söylemek, miraç kıssasının menşeini göstermeye yeter.

Usuli'l-fıkıh'ta şöyle bir tartışma geçer. Bir hükmün kaldırılması yani neshedilmesi, ancak o hükmün uygulamasının yapılıp üzerinden uygun bir zamanın geçmesi neticesinde uygulanamayacağı sabit olunca mümkün olur. Hükmün daha mükelleflere ulaşmadan değiştirilmesi nesih felsefesine ve uygulamasına da aykırı düşmektedir.

Sonuç şudur ki; cahil, gafil ve sığ kafalı kimseler İslam'a sokulan buna benzer uydurma hadisler ile Müslümanları yoldan çıkarmış ve Kur'an'ı arkalarına atmışlardır. Oysa Kur'an'ın daima önde ve yol gösterici olduğu vurgulanmaktadır. Kur'an'a dönüp yanlışları düzeltmek farzdır. Müslümanların dünya çapında en büyük avantajları Kur'an'ın bozulmadan, değişmeden kendilerine ulaşmış olması ve ellerinde bulunmasıdır.

'İsra' cismani yürümek değil ilmi yürütmek, vahiy ile bildirmektir. Birinci ayette 'havlehu' kelimesi ile ayatına' kelimesinin Kudüs'te olan Hz. Süleyman mabediyle ilgili olmayıp başka anlama ihtimallerini ileri sürüp miraç olayı diye bir saçmalığı ortaya atanları, hurafe ve mitolojiler uyduran kitapları anlamadan taşıyanları, Cuma suresi beşinci ayet güzel deyimliyor. 'Havlehu' kelimesi bilinen Kudüs'ün etrafı değil mi? Ayatına' kelimesini evreni allak bullak eden bir olay (mucize) olarak yorumlamakta başarılı olamamalarının şaşkınlığı ile miraç olayını icat ettiler. Oysa 'ayatına' kelimesi Allah'ın İsrailoğullarımn devletlerini yönetirken yaptıkları zulümlerine karşı adaletinin tarihi olarak göstermektedir. Adaletinden başka nasıl bir mucize arıyorlardı. Bu, Tanrı'nın peygamberler gönderdiği bir ulusun zulmüne uyguladığı adalet düzeniydi.

Prof. Dr. Hüseyin Atay
Kur'an'a Göre Araştırmalar-I

(1) H. Atay, İslam'ın inanç Esasları, 139, Ankara, 1992.
(2) Ebul-Muin Nesefi, 1/366, H. Atay Tahkiki, Diyanet İşleri
yayını, 1993, Fatih nüshası 92-a, serez 121-b.
(3) Şura 42/11.