Gün daha ışımamıştı. beyaz renkli perdeleri olan pencereden içeri vuran tan yerinin aydınlığı sabahın olduğunu haber vermekteydi. Bütün gece öksürüklere boğulduğu için uyuyamamıştı. Gözlerini açtı, kafasını hareket ettirmeden göz hareketleri ile etrafına bakındı…  Benzi uçuktu. Saçları dağınıktı. Yatağından doğrulmak üzere kendini bir kez yokladı, başının dönmediğini hissetmesi üzerine  dirseklerine  dayanarak yavaşça doğruldu ve oturumuna geldi. Solgun ve bitkin görünen yüzüne bakmak üzere aynaya doğru gitmek istedi, ama ayağa kalkamadı. Üzerinde sanki ağır bir yük vardı ve zavallı bacakları bu yükün altında bir türlü doğrulamıyordu. Bir müddet yatağının üzerinde böyle kaldı. Nefes alış verişi normaldi. Nabzını da dinledi ve normal olduğunu hissetti. Bir an,  yatağa dayadığı ellerine baktı ve kendi kendine “Aman Allah’ım ellerimin rengi de uçuk” dedi ve daha sonra başını biraz daha aşağıya eğerek yere basan ayaklarına baktı, ayaklarının da rengi uçuktu. Bir an kansız olduğu aklına geldi ve kendi kendine “Herhalde kansız olduğum için böyle görünüyorlar” dedi. Ayağa kalkmayı yeniden denemek üzere yavaş yavaş bedenini önce sağ sonra sol tarafa ve yukarıya doğru hareket ettirerek doğrulmayı başardı. Acele etmedi, bir müddet böyle ayakta dikildi kaldı. Kendini kontrol etti, başı dönmüyordu ve öksürük te gelmiyordu. “İnşallah bugün bir aksilik yaşamam” diyerek önce sağ sonra sol adımlarını sürüyerek aynaya doğru yürümeye başladı. Aynanın önüne geldiğinde önce yüzüne baktı. “Aman Allah’ım ne kadar solgun ve bitkin görünüyorum” diyerek göz kapaklarını birkaç kez açıp kapatarak tekrar tekrar solgun ve bitkin yüzünü inceledi. Kendini biraz daha zorlayarak salona geçti. Karşılıklı üç kişilik iki kanape ile tek kişilik koltukları olan salona şöyle bir baktı ve hastalanmadan önceki halini hatırlayarak “Şu salonda at gibi koştururdum, ama şimdi ayaklarımı sürüyerek yürüyebiliyorum, buna da şükür…” dedi ve kendini yavaşça tekli koltuğun birinin kucağına bıraktı. Kafasını biraz daha geriye atarak, gözlerini yumdu, ellerini birbiri üzerine bağlayarak göğsüne koydu ve derin bir nefes alarak rahatladı.

Geçmişe duyulan özlemin etkisiyle hangi durakta ineceğini bilmediği geriye doğru bir yolculuk başlattı hayalinde. “…Güneşli bir bahar günü evlerinin bahçesindeydi. Hava ne terletecek kadar sıcak, ne de üşütecek kadar soğuktu. Yüksek tepelerin kuzey yamaçlarında hala parça parça bembeyaz kar toplulukları görülüyordu. Ağaçların dallarındaki tomurcuklar o kadar irileşmişti ki, nerde var nerde yok hemen hepsi patlayacaktı sanki. Yüksek tepelerden tam yönünü tayin edemediği  tatlı bir rüzgar esiyordu, bu nasıl bir rüzgardı ki,  bir ad bile veremedi. Saçlarını tarumar eden ve yüzünü yalayan bu rüzgardan aldığı huzuru ve mutluluğu tarif etmesi mümkün değildi. İçi kıpır kıpır oldu ve yerinde duramıyordu…”

Birden çalan telefonun sesiyle irkildi ve geriye doğru bıraktığı bedenini güçlükle doğrultarak cebindeki telefonu çıkartıp cevap verdi. Arayan oğluydu. Telefon konuşmasını fazla uzatmadan kendini iyi hissettiğini ve rahatsızlık veren emarelerinin azaldığını söyleyerek telefonu kapattı. Kendini şöyle bir dinledi ve iyi olduğunu hissetmesi üzerine oturduğu koltuktan yavaş hareketlerle doğrularak  ayağa kalktı ve biraz daha dinlenmek üzere yavaş yavaş yatak odasına doğru yöneldi.

Kendini yatağa yerleştirdikten sonra halsiz ve yorgun bedenine dayanamayan göz kapakları ağırlaştı ve uykuya daldı. Telefonun sesiyle bölünen hayalindeki aynı huzuru ve mutluluğu yakalamaya çalıştıysa da bu sefer de bedenindeki ıstıraplar; aynı huzuru yakalamasına ve mutlu olmasına engel oldu.  Keşke uyanık olsaydı da bulutlarla saklambaç oynayan o çok sevdiği dolunayı bütün ihtişamıyla pencereden seyredebilseydi...

Recep Altun