1968’li yıllarda Cumartesi günleri ortaöğretimde öğleye kadar ders görülürdü. Öğleden sonraları okullar tatil olurdu. Bir Cumartesi günü öğleden sonra Yelek köyünden okul arkadaşım Ziya ile birlikte onların köyüne gitmeyi kararlaştırmıştık. Ben köye yaya olarak gitmeyi ve yoldaki izlenimlerimden yola çıkarak bir öykü denemesi yazmak istediğimi söylemem üzerine, arkadaşım köyün dolmuşu ile gitmemizin daha uygun olacağını bana anlatmaya çalışırken, ben de ısrarla köye yaya olarak gidelim diye bastırıyordum. İlçeye 12 km. uzaklıkta bulunan köye yaya olarak gitme ısrarım karşısında daha fazla dayanamayan arkadaşım, nihayet yaya olarak köye gitmeyi kabul etti.  

Köyün Yeni Yolundan Görünüm.

O gün, okul çıkışı evlerimize uğradık ve gerekli hazırlıklarımızı yaptıktan sonra yaya olarak düştük köyün yoluna. Aylardan Nisan’dı, hava açık ve güneşliydi. Daha önce çiçek açan badem ağaçları, taç yapraklarını döküyor ve yerini irileşmeye başlayan tüylü bademlere bırakıyorlardı. Çiçeklerini yeni açan zerdali ağaçları da adeta beyaz duvaklı gelinler gibi görünüyorlardı. Yağan yağmurlarla tepeler, yamaçlar ve ekili alanların büründükleri yeşillik, insana büyük bir huzur ve yaşama sevinci veriyordu. 

1968 Yılına ait değil ama, köyden bir kayısı ağacıdır.

Köyün kullanılmayan eski yolundan bir görüntü. 1968 yılında biz o zaman bu yoldan yaya gitmiştik.

Ben bir taraftan notlarımı alırken, bir taraftan da dar ve stabilize köy yolunda arkadaşım Ziya ile birlikte yan yana neşeli bir şekilde sohbet ederek yolumuza devam ediyorduk. O ara köyün dolmuşu stabilize yoldan bizi geçip giderken; dolmuşun oluşturduğu toz bulutunun arasından meraklı gözlerle bizim kim olduğumuzu anlamaya çalışan, dolmuşun camlarına yapışmış belirli belirsiz başların bakışlarından rahatsız olmuştuk. Dolmuşun stabilize yolda oluşturduğu tozdan etkilenmemek için ellerimizle ağzımızı ve burnumuzu kapatırken, arkadaşımın neşesinin birden kaçtığını gördüm. Arkadaşım sitemkâr bir şekilde “Köye neden dolmuşla gidelim dediğimi anladın mı?” diye sordu.  Ben, sebebini pek anlamamış gibi davranarak, bizi geçen köyün dolmuşunun yolda oluşturduğu tozdan etkilendiğimizi düşünerek “yollarda tozda kalmamak için miydi?” diye sordum. Arkadaşım hayır anlamında başını sallayarak yüzüne oturan hüzünlü bir ifade ile “Hayır” dedi ve devam etti “Dolmuştaki yolcuların hepsi bizleri tanır, dolmuş parasını gereksiz bir yere harcadığımızı ve bu nedenle köye yaya olarak gitmek zorunda kaldığımızı düşünecekler ve köyde laf edeceklerdir,” dedi. Ben de “Üzüldüğün şeye bak. Hiç de önemli değil. Boş ver kafana takma. Şu güzelim bahar havasında mis gibi yürüyoruz işte!..“  dediysem de, neşesi kaçan arkadaşımı teselli edemediğim gibi, kendi neşemin kaçmasına da engel olamadım. Bir taraftan notlarımı alırken, bir taraftan da ona sorular yönelterek büründüğü matem havasının bulutlarını dağıtmak suretiyle birazcık olsun neşelendirmeye çalışıyordum. 

 Köyün Yeni Yolundan Bir Görüntü.

Manzara bir harikaydı. İlçe çıkışındaki köy yolunun düz kısmı bitmiş, dağ yoluna doğru tırmanışa geçmiştik. Dağ yolunda ilerlerken geriye baktığımızda ilçenin bahçeli müstakil evleri ile yol üzerindeki Müderris köyünün evleri ve arazileri adeta bir halı gibi ayaklarımızın altında kalmıştı. Ekili alanlar, bahçeler, evler, tepeler ve yamaçların, bir uçak penceresinden görünüyor hissi veren harika bir manzarası vardı. Tırmanış yolumuz bitmiş ve tepenin düzlüğündeki yolda ilerlemeye devam ettik. Biraz sonra yolumuz aşağı doğru inişe geçti ve artık hep yokuş aşağı inmeye devam ettik. Yavaş yavaş köyün harman yeri, tarlaları, bağları, bahçeleri ve evleri görünmeye başlamıştı.  Bu uzun ve zevkli yürüyüş sonunda nihayet akşama doğru köye gelmiştik. İçinde yaşlı bir cami, bir kahvehane ve bir de küçük bakkalı bulunan köy meydanından geçerek biraz daha aşağıda görünen köy çeşmesinin bitişiğinde bulunan arkadaşımın evine doğru yürümeye devam ettik. Hava artık iyice kararmış ve biz de nihayet eve gelebilmiştik.  Kerpiçten örülme ve samanlı çamurla sıvanmış bahçe duvarı arasına kurulmuş adeta kale kapısı havası veren eğri büğrü ahşap bir kapıdan içeri girdik. Pek fazla büyük olmayan avlunun sol tarafında taştan örülme ve çamur sıvalı sekinin sağından yine eğreti bir ahşap kapıdan eve giriliyordu, sağ tarafta da büyük ve küçükbaş hayvanların barındığı bir ahır vardı. Sürümden yeni gelmiş olan koyunlar, avlunun içinde sağılmayı beklerken koyunların ve kuzuların melemeleri birbirine karışıyordu. Annesi ve kardeşleri evin avlusunda bizi görünce kızgın bir yüz ifadeleriyle hep bir ağızdan  “Nerede kaldınız? Niye geciktiniz?” sorularının ardından buzağılaması yakın olan bir ineğin eve dönmediğini ve yazıda kaybolmuş olabileceğini söylediler. Telaşlı bir şekilde ellerinde el fenerleri ve lükslerle eve dönmeyen buzağılayıcı ineği aramak üzere avludan çıkmaya hazırlanıyorlardı. Biz de eşyalarımızı hemen avludaki sekinin üzerine alelacele bırakarak  eve dönmeyen ineği aramak üzere hazırlanan arama ekibine katıldık. 

Köyde gittiğimiz evin şimdiki halidir



Evin Giriş Kapısı

Arkadaşımın dedesi her ihtimale karşı yazıda kaybolan ineği kurtlar parçalamasın diye ağzı açık saplı bir çakıya Kur’an’dan birtakım ayetler okuyarak çakıyı kapadı ve belindeki kınına koydu. Merak ettiğim için arkadaşıma Bu işlemin esprisini sordum.  O da bana: “Dedem, kurt ağzı bağladı.” Dedi ve devam etti :” Dedem belindeki çakının ağzını açıp Kur’an’dan bir takım ayetler okuyarak  tekrar çakısını kapatınca kurtların ağzı bağlanmış oldu. Kaybolan ineğimize kurtlar artık saldıramaz, saldırmak istediklerinde ağızları bağlandığı için çenelerini açıp onu parçalayamaz! İşte bu işleme ‘Kurt ağzı bağlamak’ denir.” Dedi. 

Gökyüzü açık, yıldızlar pırıl pırıldı. Nisan ayının bahar serinliğinde bir taraftan gökteki yıldızlara bakıyor, bir taraftan da el fenerleri ile lükslerin hareketli ışık süzmeleri ile aydınlanan çayır ve otlakların üzerinde ilerliyorduk. Gecenin sessizliğini cırcır böceklerinin hiç kesilmeyen nağmeleri ile su birikintilerindeki kurbağa sesleri bozuyordu. 

Bir taraftan hep beraber yürürken, bir taraftan da ineğin nasıl kaybolduğu ve nerede bulunabileceği konusunda tahminler yürütülüyordu. Bu konuda tecrübeli olan ev ahali ineğin nerede kaybolmuş olabileceğini tahmin ederek o yönlere doğru aramak üzere dağıldık. Saatlerce süren aramalar sonunda kaybolan hamile ineği bulma umutları tükendi ve arama kafilesinin başı, artık evlerimize dönmemiz gerektiğine, sabahın ilk ışıkları ile yeniden aramaya devam edileceğinin kararlaştırılması üzerine gerisin geriye köy yoluna koyulduk. 

Eve döndüğümüzde akşam epeyce ilerlemiş ve bir fil gibi acıkan karnımızı doyurmak üzere, Allah ne verdiyse hep beraber bir akşam sofrasına kurularak yemeğimizi yedik. Köyde elektrik olmadığı için, evlerin aydınlatılmasında gaz lambası ve lüks dediğimiz aydınlatma gereçleri kullanılıyordu. Akşam çayımızı da yudumladıktan sonra çok yorulan bedenlerimizi artık yün yataklara bırakmanın zamanı gelmişti. Hava açıktı, gökyüzünde adeta bir yıldız sağanağı vardı. Uyumaya hazırlanan ahaliye  cırcır böceklerinin sesleri  bir ninni terenümünde eşlik ediyordu.  

Ertesi günü inek bulundu. Köyde veteriner olmadığı için hayvanların hastalıklarından anlayan tecrübeli bir köylü çağrıldı. İneği muayene eden köylü, ineğin ayağının burkulmuş olabileceğini söyledi ve hazırlanan malzeme ile ineğin burkulan ayağını sıkıca sardı. Bu arada bizim köye yaya olarak yaptığımız yürüyüş yolcuuğu unutuldu ve biz de bu konuda azar işitmekten kaybolan inek sayesinde kurtulmuş olduk. 

Recep Altun, Nisan 1968

Açıklama: "Kurt ağzı bağlama” inancı, Türk dünyasında ortak bir dinî uygulamadır.