Bu mahalle benim ebe, dede yadigarım,
Çelik, çomak, oyunlarını burda oynadık.
Sarıuşağı benim her şeyim, ilk göz ağrım.
Bahçelerinden ilk kayısıyı burda tattık.

Sağ taraftaydı Karahabalı Şuayıb’ın evi,
Etrafı yüksekçe bir duvarla çevriliydi
Bizi ne duvar, ne de bir taş engellerdi,
Kafaya koyduk mu, dinlemezdik Veysel’i.

Dalardık o yüksekçe duvardan bahçeye,
Elmalar, erikler, kayısılar dolardı ceplere,
Halimiz haraptı yakalandık mı Veysel’e!
Çok kol kanat kırdık, bu bahçenin hevesine.

Tatar İzzet’in evi hemen yanı başımızda,
Bir armutları olurdu bahçesinde suluca,
Göz gördü mü, iştah ferman dinlemezdi,
Bizi, kimse yenemezdi, emmimden başka.

Akşam olunca çeşmeye iner kadınlar, kızlar,
Bizi gördüler mi, suya inenlerin içleri sızlar,
Yine geldi derlerdi, testi kırmaya haylazlar,
Bir testinin uğruna okşanırdı, yaramaz başlar.

Gençler, ellerinde tokmak halka olur dibeğe,
Kaynatılmış ve kurutulmuş buğdayı dövmeye,
Tokmağın biri iner, biri kalkar güm güm, dibeğe,
Tüm bu telaş sofradaki bulgur pilavını yemeğe.

Güz geldi mi, başlardı ahali kışa hazırlanmaya,
Bağlar bozulur, üzümler kesilir, atılır şıranaya,
Çemrenirdi ayaklar, üzümden şıra çıkarmaya,
Koşardı çocuklar, bozulan bağları başaklamaya.

Bu mahallenin hikayesi sığmaz böyle dört satıra,
Her yaramaz çocuk bağlanırdı akşamları hatıla,
Daha neler var anlatsam gülersiniz katıla katıla,
Yine bir ara oturacağım, sizlerin başını ağrıtmaya...

YazBlogcu