Zaman


Zaman çalmaya devam ediyor. Neyimiz var, neyimiz yok alıp götürüyor. Yeniden bahara merhaba demeye hazırlanan ağaç, yaşamak için mücadele eden serçe, kış uykusuna yatmış toprağı örtüsüyle hem korumaya, hem de bahar geldiğinde eriyerek beslemeye çalışan kar; işte gerçeklerimiz bunlar...

Koca bir yılı geride bırakmanın hüznü ile yeni bir yıla başlamanın heyecanını yaşarız. Aslında değişen bir şey yoktur. Dönen bir devranın bize yansıyan yüzüdür bu görüntüler.

Önce koca bir yılın ömrümüzden çaldıklarının hesabını yapar, labirente dönen yaşam serüvenindeki hedeflerimize ulaşıp ulaşmadığımızı inceler ve nerede yanlış ya da nerede doğru yaptığımıza bakarız. Ya da bizim dışımızda gelişen olayların bizlere nasıl yansıdığını ve bizleri nasıl etkilediğini düşünürüz.

365 güne sığdırdığımız bu koca bir yılın getirileri ile götürülerinin her anını hatırlamak çok zor olduğu için, hafızamızda yer edinenleri hatırlayabiliriz ancak. Bu vesileyle tüm sevdiklerinizle birlikte sağlıklı, huzurlu ve mutlu nice seneler dilerim. En Güzel'e emanet olun ve sağlıcakla kalın.

Recep Altun

Kar Tanesi



Hava kapalı, kar yağıyor
Konuyorum, bir kar tanesine
Ben umuda düşüyorum
Toprağa düşenlerin aksine.

Savruluyorum sağa sola
Sayısız kar taneleri içinde
Kimse kimseye binmiyor
Herkes mutlu kendi işinde.

Kar tanesi kadar olamadık
Gönüllerde eriyemedik
Bize insan diyorlar ama
Bir türlü insan olamadık!..

Recep Altun Kaman-Kırşehir

Okula Başlarken

27 Mayıs 1960 darbesi sonucu 16 Eylül 1961 cumartesi günü Menderes Hükümetinin Dışilişkileri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile Maliye Bakanı Hasan Polatkan, 17 Eylül 1961 pazar günü ise eski başbakanlardan Ali Menderes Aydın idam edildiler. 

1961-1962 Ders Yılı da,  18 Eylül 1961 pazartesi günü  bu infazların gölgesinde  okulların açılmasıyla başlamış oldu ve ben de Kırşehir ili Kaman ilçesi Yenihayat ilkokulunun 1/A sınıfında 592 nolu öğrencisi olarak okula başlamış oldum.

Hiçbir şeyden haberi olmayan ben, sadece okula yeni başlamanın heyecanındayım. Ama bizim dışımızdaki tüm yetişkinler,  27 Mayıs 1960 darbesini ve bu darbe sonucu yargılanan Menderes hükümeti ile birlikte idam edilen başbakan ve bakanlarını konuşuyorlardı.

27 Mayıs 1960 darbesi ile birlikte infaz edilen idam cezalarının gölgesinde ilk defa okula başladığım günün acısını ancak yıllar sonra idrak edip hissedebilmiştim. 

18 Eylül 1961 pazartesi günü ne garip bir gündür ki; kimilerine acı ve ıstırap, kimilerine de sevinç ve heyecanlar yaşatmıştır. Yüce Allah;  hiçbir milletin çocuklarına, bir daha silahların ve idamların gölgesinde okullarına gitmeyi nasip etmesin inşallah!  


 Recep Altun

Gaz Ocağı


Gaz ocağı; Nuh nebiden evvel kullanılan ve bir zamanların mutfaktaki en lüks ve pratik, yemek ya da çay pişirme gereciydi. Sesli ocak ve ispirtolu ocak olarak ta anılırdı. Gaz ocağını yakmak ve üzerinde sabah çayımızı demlemek, mutfakta en çok zevk alarak yaptığım işlerden biriydi.

Altı kardeşten en büyüğümüz olan kız kardeşimiz evlenerek gittiği için, biz beş erkek kardeş annemizin her türlü ev işlerine yardım ederdik. Sabahları mutfakta gaz ocağını yakarak çayı genellikle ben demlerdim. Çünkü gaz ocağını yakmaktan çok büyük bir keyif alırdım. Gaz ocağının tükenen gazını ikmal etmek ve onun bakımını yapmak ta benim işimdi.

Gaz ocağının, ispirto haznesi dediğimiz ve benim minarenin şerefesine benzettiğim çanağa ispirto kutusundan bir miktar ispirto döküp, kibritle yakarak gazın geçiş yapacağı tüm içi delikli boş borular ile birlikte gazın püskürtme memesinin de ısıtılması sağlanırdı. İspirto çanağındaki ispirto yanarak tükenir ve sönerdi. Daha sonra gaz ocağının teknesindeki pompa çubuğunu seri şekilde bir ileri bir geri çekerek gaz haznesindeki gazın hava ile karıştırılarak sıkıştırılması sağlanırdı. Sıkışan gaz, gaz teknesinin tam ortasındaki ince gaz borusuna monte edilmiş püskürtme memesinden alevlik dediğimiz yanma yerine doğru basınçla hucüm ederdi. Siz de bir kibrit çakarak, bu alevliğin tepesindeki yanma başlığına yaklaştırdığınızda, mavi renkli bir alevle yanmaya başlardı. Bu arada çok ta kuvvetli bir yanma sesi duyulurdu. İşte herkes bu sesten rahatsız olurdu, ama ben o kadar çok zevk alırdım ki, bu yanma sesi adeta bana bir ninni gibi gelirdi. Emin olun kafamı gaz ocağının yanına atar uyurdum. Yanma kokusundan bile rahatsız olmazdım. Gaz ocağı hem evlerimizin hem de bana mahsus olmak üzere, benim vazgeçilmez mutfak gereçlerimizden biriydi.

Bazen gaz ocağının, gaz teknesinde gaz yağından oluşan ufak tefek tortulardan dolayı gazın alevliğe doğru çıkış yaptığı incecik püskürtme memesinin deliğini tıkar ve gaz ocağının sönmesine sebep olurdu. Hemen bir gaz ocağı iğnesinin ucuna monte edilmiş incecik sert teli bu tıkanan ince deliğe batırır, tıkanan nesnenin dışarı atılmasını sağlardık. Tekrar bir kibrit daha yakarak, alevliğin başlığına doğru tutup, gaz ocağının tekrar yanmasını sağlardık.

Gaz ocağının zaman zaman ince püskürtme deliğinin tıkanması sonucu sönmesi durumunda çıkarttığı çiğ gazın sesi ile, yanış halinde çıkarttığı ses farklıydı. Gaz ocağı, söndüğünde sadece bir "tısss" sesi çıkarırdı, yanarken ise bir çeşit horultulu bir ses çıkarırdı. Biz gaz ocağını yakıp üstüne pişireceğimiz yemek tenceresini ya da çaydanlığı yerleştirdikten sonra, bir başka işimizi yapmak üzere mutfaktan ayrılırdık. İşte, o ara püskürtme memesi tıkanınca gaz ocağı söner ve içeri bir çiğ gaz kokusu yayılırdı. Hem sesinden hem de bu kokudan gaz ocağının söndüğünü anlar hemen mutfağa koşar, püskürtme memesini iğneler ve tekrar gaz ocağını yakardık. İşimiz bittiğinde de hava boşaltma kelebeğinini çevirerek gaz teknesindeki havayı boşaltarak, gaz ocağının sönmesini sağlardık. Gaz ocağının en iyi tarafı; hem sobadan ve duvar ocağından daha çabuk pişirirdi, hem de kullanılan gaz yağı, diğer gazlar gibi tehlikeli değildi.

Tavan arasında çürümeye terk ettiğimiz bu emektar ocağı, geçenlerde çıkardım ve yufka ekmek yaptığımız ve tandırlık olarak adlandırdığımız kapalı mekanın duvarına bir çivi çakarak astım ki, oraya girip çıktıkça bari hatırlayalım diye...


Recep Altun Kaman/Kırşehir

Delinin Aşı Tez Pİşer


Merhabalar, sayın blogger arkadaşlarım. Bu sefer değişik bir konuyu ele alarak yöremizde sıkça söylenen bir deyimden bahsetmek istiyorum.

Geçenlerde bir akşam yemeğimizde çorbamız yokmuş. Akşam yemeği vakti de çok yakın, eşim: "hemen bir çorba pişireyim" dedi.  Ben de: "yemek vakti yakındır, çorba yetişmez!" dedim. Eşim de "rahmetlik annen hep bana: 'iki daşar, bir coşar, delinin aşı tez pişer' derdi,  merak etme  iki daşar, bir coşar, benim aşım tez pişer" diyerek akşam yemeği vaktine şehriye çorbasını yetiştirdi ya!  33 yıllık hayat arkadaşımın çok kısa sürede harikalar yarattığını bilmiyor değilim. Ama bu sefer ilk defa bu deyimden bahsederek çorbayı pişirdi ya, ben  de : "acaba hayat arkadaşımın gerçekten deli bir tarafı var mıydı?' diye kendi kendime sormadan edemedim...

Recep Altun