Mutlu Yıllar


Her yıl olduğu gibi, acısıyla tatlısıyla kocaman bir yılı geride bırakmanın tatlı bir hüznü sarar beni. Dile kolay her biri 24 saat süren tam 365 gün. Milenyum olarak adlandırılan 2000 yılı ve ardından gelen bu 11 yıl bir su gibi aktı ve geçti gitti ömrümüzden. Geriye dönüp her yılın muhasebesini yaptığımda daha da çok üzülüyorum. Kendi kendime soruyorum “ Ne yaptın? “ diye. En çok ta “Allah için ne yaptın?” diye soruyorum. Çünkü, Allah için yapılan ne varsa, insanlık için yapılmıştır.

İşte birçok ilginç beklentileri ile birlikte başta Maya olmak üzere bazı kehanetlerin ileri sürüldüğü, dolayısıyla değişik ve ilginç olaylara gebe olduğu iddia edilen 2012 yılına girmemize sayılı günler kaldı.

Ben her zaman olduğu gibi gaybın tüm insanlığın Yaratıcısı ve Rabb’i olan Yüce Allah’a ait olduğunu söylüyor ve yeni yılın tüm insanlığa; sağlık, huzur, barış, kardeşlik ve mutluluklar getirmesini diliyorum.

Selam ve dualarımla birlikte en Güzel’e emanet olun!

Recep Altun

Kimin Cebinden Veriyorsun?












Bir süredir geçici olarak kapatılmış olan “Kürt Açılımı”nın tekrar başlayacağının ilk işaretini; Kürt İşlerinden Sorumlu Başbakan Yardımcısı: “Dört aydır devam eden Kürt kapalımı ve PKK’ya ders verme harekatının sonuç verdiğini ve elde edilen askeri başarıdan sonra açılımın tekrar başlayacağını ve Habur’u savunduğunu” söyleyerek Beşir Atalay vermişti.

Son dört ayda yeteri kadar PKK’lı öldürürlünce kırılan gururun onarıldığını ve engellerin aşıldığını düşünen hükümet kabinesinden Başbakan yardımcısı sayın Bülent Arınç Kürt açılımında yeni bir perde aralayarak: “Dil, eğitim, kimlik hakkı ne varsa vereceğiz, bu cebimizden verdiğimiz bir şey değil” demiştir.

Hal böyle olunca bu demeçlerden kuvvet alan Diyarbakır Bağımsız Milletvekili Leyla Zana: “Kürtlerin diğer milletlerde olan haklarını istediğini” ve buna ilaveten “Kürtler artık özerkliğin yetersiz olduğunu düşünüyor” diyen Zana, sonuç olarak : “Bir millette olması gereken hakları istiyoruz.” Diyerek çizmeyi aşmıştır.

Herkes emin olmalıdır ki Türk Milleti var olduğu sürece,  hiç kimse vatan topraklarından pay alamayacak. Federasyon ve demokratik özerklik özlemlerine ulaşamayacak, milli ve üniter devlet yapısını bozamayacak ve Türkiye’yi yabancıların insafına terk edemeyecektir.

Recep Altun

Mesut Yılmaz Gafı

Eski başbakanlardan Mesut Yılmaz, Birgün Gazetesi'nde yayımlanan röportajında özetle şöyle demiş: 'Susurluk raporu yeterli değildir. Yargı gereğini yapmadı. Bana intikal etmeyen bilgiler olduğunu düşünüyorum. Bu rapor bir ipucudur. Savcılığa yolladım. Devlet sırrı dışındaki bilgiler raporda var. Devlet sırrı olanlar Azerbaycan'da darbe girişimi, Yunanistan'a orman misillemesi gibi konular.'
Mesut Yılmaz'ın bu gafına ne demeli?  Hakikatte böyle bir şey olsa da olmasa da eski bir başbakan sıfatıyla verdiği demeçlere neden dikkat etmez ki? Bu zat-ı muhteremin amacı nedir? Türkiye'ye bir düşmanlığı mı vardır? Ayrıca böyle talihsiz bir açıklamayı çizgisi belli bu gazeteye özellikle mi yaptı? Gazete de maşallah attığı manşetle yangına körükle gitmiştir.

Demeci verenin de yayınlayanın da havasını soludukları vatanlarının vatan sevgisinden ne kadar bahsedilebileceğini,  siz sayın okuyucularımın takdirine bırakmakla birlikte bu blogtan  bir önceki bloğumda (lütfen bakınız), kendisine sunulan mevkii, menfaat ve ikbali elinin tersiyle iten Milli Şairimiz M.Akif Ersoy'a bakınca, ben bunlardan utanıyorum.

Recep Altun

Mehmet Akif Ersoy


1873 yılında İstanbul'da doğan ve 27 Aralık 1936 tarihinde 63 yaşında iken vefat eden; milletimizin, dilimizin ve istiklalimizin şairi Mehmet Akif Ersoy'un bugün 75. ölüm yıldönümüdür.

Her milletin tarihinde ona, düşünceleri ile ilmi, irfanı, aklı, ahlakı, sanatı ve aşrın kişiliği ile yön vermiş insanlar vardır. Bütün ömrünü bir veli, sabır ve tevekkülü ile milletine adamış; mevkii, menfaati ve ikbali şöyle elinin tersi ile bir yana itelemiş; milletinin ve ülkesinin kalkınması ve yükselmesini kendisine iş ve ülkü edinmiş ve sadece bu inancın hizmetkarı olmuş ender şahisiyetlerden biri olan İstiklal Marşı Şairimiz Mehmet Akif Ersoy'u,  ölümünün 75. yıl dönümü münasebetiyle rahmetle, minnetle ve şükranla anıyoruz. Mekanı cennet olsun ve vadedilen güne kadar rahat uyusun.


Merhume, sabah oldu uyan!
Sana az geldi ezanlar diye ötsün mü bu çan?
Ne Kürtlük, ne de Türklük kalacak aç gözünü!
Dinle Peygamber-i Zişanın İlahi sözünü.

Veriniz başbaşa; zira sonu hüsranı mübin,
Ne hükümet kalıyor ortada, billahi ne din!
"Medeniyet!" size çoktan beridir diş biliyor;
Evvela parçalamak ..., sonra da yutmak diliyor.

Ne bu şuride siyaset, ne bu fasid dava?
Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım, çoğunuz...
Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz!
Bunu benden duydunuz, ben ki evet, Arnavudum...
Başka birşey diyemem sana perişan yurdum!...


MEHMET AKİF ERSOY

Ruh Göçü


İnsan öldükten sonra, ruhunun başka bir bedene geçmesi anlamına gelen ruh göçü; reenkarnasyon ve tenasüh gibi kavramlarla da ifade edilir. Daha çok Hint kökenli dinlerde görülen bu inanışa göre; ruh, kötülükten tamamen arınıncaya kadar çeşitli bedenlerde tekrar tekrar dirilir. Ruhun tekrar dirileceği beden, bir önceki yaşamın iyilik veya kötülük derecesine göre değişiklik arz eder.

Ömrünü hayırlı bir şekilde geçirmiş olan kimse, eskiye nazaran daha iyi bir konumda tekrar dirilir, daha rahat bir hayat yaşayarak mükâfatlandırılır. Ömrünü kötülüklerle geçiren kimse ise; bitki, böcek veya hayvan olarak dirilerek diğer canlılara hizmet etmek suretiyle cezalandırılır.

Ahiret inancı olmayan, mükâfat ve cezanın yine bu dünyada verileceğine inanılan dinlerde görülen bu inanç, İslam'da kesinlikle yer almaz. Ruhun dünyaya tekrar dönemeyeceği hususu Kur'an'da açıkça beyan edilmiştir.

(Mü'minûn, 23/99-100: "Onlardan birine ölüm gelince:"Rabbim! beni geri çevir, belki yapmadan bıraktığımı tamamlar, iyi iş işlerim" der. Hayır; bu söylediği sadece kendi lafıdır. Tekrar diriltilecekleri güne kadar arkalarında geriye dönmekten onları alıkoyan bir engel vardır. )


İslam'da ruh göçü inancı yoktur. Çünkü İslam'a göre, yapılan her türlü amelin karşılığı ahirette verilecektir. Cennet ve cehennem bunun için yaratılmıştır. Dünyadaki hiçbir mükafat cennetin sınırsız nimetlerinin, hiçbir ceza ise o şiddetli cehennem azabının yerini tutamaz.

Hicret


Ben hicreti, Ebu Leheb’e şöyle tanıtmak isterdim:

“Ey Peygamberin amcası! Sen ki hiçbir değeri olmayan bir Allah düşmanısın. Daru’n Nedve’de Peygamberimizi (SAV) öldürmek için planlar kurdun ama Resûlullah (SAV) seni yaşatmak için planlar kurdu. Sen hayvanlardan daha aşağılık birisin ama O, seni ümmetine yıldız yapmak için upuzun bir yolculuğa çıktı. O, senin için ve tüm insanlık için her şeyini feda ederek Mekke’den ayrıldı. O, senden ve senin gibilerden korktuğu için hicret etmedi.

O yolculuk vahşiliğe, adaletsizliğe, zulme, ahlaksızlığa, diri diri kız çocuklarını gömmeye, cehalete son vermek için yapıldı. O yolculuk insanlığın ve medeniyetin doğuşu için yapıldı.”

Müslümanlar hicretin asıl gayesini bilmeli. Can ve mal varlığına güvenip benim hicrete ihtiyacım yok dememeli. Çünkü hicret bunlar için yapılmaz. Efendimizin (SAV) senin için yaptığı yolculuğu,  sen de senden sonrakiler için yapmalısın.

Recep Altun

Aydın Menderes


Eski başbakanlardan A. Adnan Menderes'in oğlu Aydın Menderes, 23 Aralık 2011 Cuma günü  vefat etmiştir.

Çok acılar çekildi, çok ağır bedeller ödendi. Aydın Menderes'in özel kimliği siyasi kimliğinden daha önemliydi. En elverişsiz şartlarda bile sürdürdüğü düşünce sorumluluğu ve duyarlılığı her türlü takdirin üstündedir. Ama o bizim için, vakarı ve sabrı ile babasına layık bir evlat olma konusundaki özelliklerinden dolayı çok önemliydi.

Gerçekten de sabrıyla metanetiyle gayretiyle örnek bir insandı. Yiğitçe bir tevekkülü vardı. Bu hayatı herkes bir türlü yaşıyor, o da böyle yaşadı. Böyleymiş kaderi. Babasınınki öyle, onunki de böyle. Şimdi babasının, annesinin, kardeşlerinin yanına gitti.

Hiçbir koşulda düşmanlık duygusuyla hareket ettiğini görmedik onun. Siyasetinde hep barışçıl ve nefretten uzak bir dil ile seslendi ülkesine. Acılarla dolu hayatına asla küsmediğini gördük.

Babası Merhum Adnan Menderes'i ondan amansızca alan, akıl dışı siyasi sistematiğe ve bildik vesayete karşı her zaman büyük bir özveri ile olabildiğince dik durmaya çalışarak yaşadı.

Aydın Menderes'in şu sözlerini hatırlayalım ; ''Ya, bu güzel, ipekten yumuşak, veli mizaçlı insanın, hizmet dervişinin boynuna, kim nasıl yağlı ilmiği geçirebilir ? '' Evet bizler sizin bu sorunuzun cevabını artık çok iyi biliyoruz.

Aydın Menderes'in bir ağabeyi trafik kazasında vefat etmiş, diğer ağabeyi ise kendi canına kıymıştı.

Aydın Menderes, Başbakan olan babasının darağacında idam edildiğini daha gencecik yaşında, bir radyo haberiyle öğrenmişti.

Geçirdiği kaza sonrasında tekerlekli sandalye ile yaşamak durumunda kalmıştı. Hayat ona acılı tarafını sıklıkla göstermişti.

O, milletin ve bir darağacının yetimiydi.

''Allah, ona rahmetiyle muamele eylesin ve mekanını cennet kılsın''

1915'te Ne Oldu?


HAKİKAT iki ucun ortasında bir yerdedir: 1915 olayları soykırım olmadığı gibi, Ermeniler bir facia da yaşamamış değildir.

Ama maalesef karmaşık hakikatin görülmesi için ayrıntılı araştırmalar gereken bütün durumlarda, uçlardaki basit sloganlar etkili olabiliyor. Ermenilerin yaşadığı faciaya “soykırım” demek de, faciaları görmemek de böyle basit, kestirme önyargılardır, dolayısıyla yanlıştır.

İlk görülmesi gereken, Ermenilerin Osmanlı orta sınıfında ve devlet bürokrasisindeki ağırlıklı yerleriyle Osmanlı sistemine entegre olduklarıdır. Buna rağmen Ermeni milliyetçileri önlerindeki Sırp, Yunan ve Bulgar örneklerine özendiler. Onlar gibi silahlı isyanlarla Batı’nın müdahalesini sağlayarak devlet kurmak istediler. Birinci Dünya Savaşı’nı bunun için fırsat saydılar.

Halbuki, Balkan uluslarından farklı olarak Ermeniler hem entegre olmuşlardı, hem talep ettikleri topraklarda nüfusları yüzde 20’yi geçmiyordu. Onun için sonuç, herkes için Balkanlar’da yaşananlardan daha feci oldu.

Bölgeyi işgal etti!

İttihatçılar, 1908’de Türk milliyetçiliği fikriyle değil, “unsurların birliği” fikriyle iktidarı ele aldılar. Ermeni komiteleriyle iç içe idiler. Ermeniler Meclis’e girdiler, bakan oldular, bürokrasideki yerleri daha da artı. Fakat milliyetçilik fikri karşılıklı olarak gelişiyordu.

Bu sırada Dünya Savaşı çıktı. Talat Paşa’nın başta Pastırmacıyan olmak üzere Ermeni milletvekilleriyle yaptığı görüşme, onların Osmanlı’ya karşı Rus ordusuyla işbirliği yapma fikrini değiştirmedi. Silahlı Ermeni gönüllü alayları Rus ordusuna katıldılar, cephe gerisinde de çatıştılar.

Bu konjonktürde Osmanlı ordusu Sarıkamış’ta erimiş, Rus ordusuna Erzurum ve Siirt-Van yolu açılmıştır! Süveyş’te kanal harekâtı devam etmektedir! Çanakkale’de kan gövdeyi götürmekte, hükümet başkenti İstanbul’dan Bursa veya Konya’ya taşımayı düşünmektedir! İngilizler Basra’dan Bağdat’a yürümekte, İtilaf donanması İskenderun’a asker çıkarmaya hazırlanmaktadır. Stratejileri Çanakkale geçilemezse Doğu Anadolu’yu alarak Rusya ile Akdeniz bağlantısını kurmaktır.
Böyle bir hayat memat ortamında, 1915 Mart’ında Van’da Ermeni isyanı çıktı, korkunç bir Müslüman katliamının ardından 20 Nisan’da Aram Manukyan başkanlığında Van ve çevresinde Ermeni idaresi kuruldu, Rus ordusu bölgeyi işgal etti!

Ortak acı

Bu durumda hükümet tehcir uygulamasına ve tutuklamalara 23 Mayıs’ta başladı, 26 Mayıs’ta Tehcir Kanunu yayınlandı. Peki iç bölgelerdeki, hatta İzmit’teki Ermeniler bile niye tehcir edildi? Cephanelikler bulunduğu için...

Düşünün ki, devlet ölüm kalım savaşındadır, üç yıl önce Rumeli ve Kafkas coğrafyasıyla 500 bin Müslüman’ı kaybetmiştir.

Hem kabaran duygular, hem yurtlarından sürülüp gelmiş Balkan ve Kafkas göçmenlerinin öfkesi, hem savaş halindeki devletin kontrol zaafları, hem yer yer organize saldırılar yüzünden tehcir sırasında Ermeniler, çoluk çocuk dahil, büyük facialar yaşadılar.

Bu acıyı hissetmemiz ve saygı duymamız gerekir. Sevgili Hırant’ın cenazesinde “Sarı Gelin”i dinlerken gözlerimden dökülen yaşların bir sebebi de Birinci Cihan Harbi’nde bu coğrafyada hepimizin yaşadığı acıları biliyor olmamdı.

Müslüman nüfus da üç milyon can kaybetmiş, Cumhuriyet ‘ıssız’ Anadolu topraklarında bitkin bir Müslüman nüfus üzerine kurulmuştu.

Niye soykırım değil?

Dönemi yaşamış Ermeni yazarlarından Kapriel Serope Papazian, 1934 yılında Boston’da yayınladığı Patriotism Perverted (Yanlış Yurtseverlik) adlı kitabında, aynen, “eğer taşnak liderleri savaş sırasında daha ihtiyatlı davranmış olsalardı” bu faciaların yaşanmayacağını yazmıştır.

Tehcirin sebebi bir soykırım arzusu değildi. Sebep, çok kısa özetlediğim süreçte Osmanlı ölüm kalım savaşındayken Ermeni komitelerinin yine çok kısa özetlediğim askeri faaliyetleriydi. Tehcir sırasında devlet görevlerindeki Ermeniler yerlerinde devam ediyordu üstelik. Nazi Almanyası’nda yüksek devlet görevlisi Yahudiler düşünebilir misiniz?

Uluorta “katliam” lafı eden BDP’li Sırrı Sakık’a da bir not: İstersen 1915’te bölgede neler olduğu konusunda Diyarbekirli Ali Emiri Efendi’nin Vilayât-ı Şarkıye kitabıyla, Kürt bilgesi Canip Yıldırım’ın Hevsel Bahçesinde... adlı kitabını oku da ondan sonra konuş.

Taha Akyol
takyol@hurriyet.com.tr

Kimin Vekilleri?


Kamuoyunun bütün dikkati Fransız Ulusal Meclisi’ndeki soykırımı inkar edenlere dönük hapis ve para cezası öngören yasaya dönükken TBMM Genel Kurulu’nda parmaklar, emekli milletvekili maaşlarında yapılan zam önergesi için kalktı. Meclisin sosyalist kökenli vekillerinden  BDP’li Sırrı Süreyya Önder’in de kuliste yer aldığı katmerli zam önergeleri, bütün partilerin anlaşmasıyla, üzerinde hiçbir konuşma yapılmadan jet hızıyla kabul edildi.

TBMM Genel Kurulu’nda gece yarısı 3 saat süren operasyonla, 3-5 bin lira arasında değişen emekli maaşları, önce eşitlendi, ardından da zamla 7.7 bin TL’ye çıkartıldı. Bu rakamlar, cumhurbaşkanının maaşına endeksli olarak her yıl otomatik artacak. Bu operasyon, mevcut milletvekillerinden emekli olanlara da yansıdı. Böylece hem emekli hem milletvekili olanların maaşı 19.7 TL’ye çıkarken, sadece milletvekili olanlar 12 bin lira maaş alacaklar.

TBMM Genel Kurulu’nda önceki gece yapılan operasyon, milyonlarca dar gelirliyi yakından ilgilendiren ilaçta 3 kutuya kadar 3 TL., ilave her kutu için 1 TL. katkı payı getiren yasada gerçekleştirildi.     

Zavallı vatandaş ta, “vay şu benim partim, vay şu senin partin” diye birbirleri ile kavga ede dursunlar; milletine hizmet için yarışa giren milletvekillerinin, kimlere hizmet etmek için vekil oldukları belli oluyor.

Recep Altun

Ahde Vefa


Vefa duygusu da vicdan gibidir, onun eksikliğinden dolayı bir yanımızın kanadığını, sızladığını hissederiz. Nasıl ki tamamen silip atamadığımız duygularımız, hislerimiz vardır. Vefa duygusu da derinde, ama hep bizimle yaşayan, fakat çoğu zaman karşımızdakilerden beklediğimiz, bencilliğimiz sebebiyle en yakınımızdan bile esirgediğimiz, üzerini zaman perdesiyle örttüğümüz en insan yanımızdır.

Bazı kelimeler vardır ki yüklendikleri anlam ağırlığını, yoğunluğunu, sözlükler dahi yeterince taşıyamaz. O kelimeler insanın iç dünyasındaki derin vadilerde yankılandıkça farklı anlamlara, farklı şekil ve renklere bürünürler. Bazen bir kelimenin çağrışımıyla sayfalar dolusu açıklamada bulunsak da yine meramımızı ifade edebilmiş olamayız.

Bu tür kelimeler, bazı duygular gibidir, sadece hissedilir ve yaşanılır. Bundan dolayıdır ki, söz ustaları bir dalgıç gibi kelimeler denizinde en etkili, en parlak, konuyu en çarpıcı şekilde ifadece edecek, duygu ve düşünce yoğunluğunu içinde barındıracak kelimeler ardında söz deryasının derinlerine dalmışlardır. Dolayısıyla söyledikleri sözler de gök kubbede birer yıldız gibi parlar olmuştur. Zira onlar sözü bir inci gibi değerli bilmişlerdir.

Dilimizde geniş anlamlar ihtiva eden birçok kelime vardır. Bu kelimelerden biri de ‘vefa’ kelimesidir. Her ne kadar sözlüklerde “sözünde durma, sevgisinde sebatlı olma, dostluk bağlılığı” olarak tanımlansa da, bu anlamlar terazinin diğer kefesinde duran ‘vefa’ kelimesini kıpırdatmaya dahi yetmezler.

İnsanî bir değer

Bir rivayete göre, şair Yahya Kemal’in şiirlerini tercüme eden bir Batılı, ‘vefa’ kelimesinin kendi dillerinde karşılığını bulamaz. Yerine hangi kelimeyi yazması gerektiğini sorunca, Yahya Kemal’in, “Vefa kelimesini olduğu gibi yaz.” cevabını verdiği söylenir.

Vefa, her şeyden önce insana has bir özellik; insanda bulunması gereken üstün bir haslettir. İnsanlığı sadece görünüşten ibaret olanlar için ise diğer güzel özellikler gibi vefanın da dünyalarında bir karşılığı aranmaz. Vefa, yücelten ahlâkî bir değer olduğu için her insanda, her ruhta bulunmayabilir. Bazı milletlerin hayatlarında, dolayısıyla dillerinde de bir karşılığı olmadığı gibi... Hiç tereddütsüz söylenebilir ki insan, vefalı olabildiği ölçüde ‘insan’ olmuş olur.

Ahde vefa

İlk ahit, ilk sözleşme âlem-i ervahta Yaratan’a karşı, ten giymemiş her canın verdiği ilk sözdür. Ahde vefa, Allah’a karşı, ezelde verilen söze sadakatle bağlı kalarak, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sualine karşılık, “Evet, sen bizim Rabbimizsin!” diye cevap verdiğimizi unutmamak ve verilen sözden dönmemek demektir. Öncelikle Allah’a karşı ve sonra etrafımızdaki insanlara karşı verilen her söz, onu yerine getirme konusunda bizleri sorumlu ve borçlu kılmaktadır. Bundan dolayıdır ki vefa, ruhun dürüstlük içinde kalmasını, gönlün de sadakatin vermiş olduğu yeğnilikle huzur içinde olmasını temin eder.

İki taraf arasındaki antlaşmaların her zaman bir kâğıt üzerinde veya sözlü şekilde olması gerekmez. İnsanların, çevresindeki en yakın olandan başlayarak, üzerinde hukuku bulunan insanlara ve diğer canlılara karşı da vefakâr olması insaniyetinin gereğidir. Ekinini biçtiğimiz tarlada, meyvesini yediğimiz ağaçta, üzerinde gezindiğimiz toprakta… Kâinatta bize hizmet için elini açıp uzatmış her varlıkta Vâreden’i hatırlamak da aynı şekilde ahdine sadık kalmanın başka bir yoludur.

Anne babamıza, sevdiğimiz, tanıdığımız insanlara karşı, yaşadığımız sürece vefakâr olacağımıza dair bir sözleşmemiz bulunmamaktadır. Fakat insanın başta ana baba, akraba olmak üzere hayat dairesi içinde bulunan herkese karşı bu görevi yerine getirmesi bir insanlık borcudur. Vefasızlık sebebiyle başkaları tarafından kınanmaktan, eleştirilmekten ziyade vicdanımızın bize vereceği rahatsızlık ve gün be gün içimizdeki güneşin bulutlanması sebebiyle, ruhumuzun karanlık bir dünya içinde kalacağından korkmalıyız. Çünkü vefa, diğer bir ayağı vicdan olan, insanı gerçek anlamda insanlığa yürüten bir köprü hükmündedir. Vicdan gibi, vefa duygusunu da yitiren insanlar hayat nehrinin boz bulanık sularında yalnızlığıyla birlikte boğulmaya doğru sürüklenip giderler.

Vefasız dünya mı?

Kimseye yâr olmayışından dolayı dünyaya ‘vefasız’ sıfatı yakıştırılmıştır. Yeryüzünde yaşayan herkes bilir ki, gelenlerden bir tek baki kalan olmamıştır ve bu dünya insan için bir güzergâhtır. Onun için bağlanmaya ve sonsuz emeller beslemeye değmez.

Ancak, dünya üzerinde bir yolcu olduğunu unutarak yaşayanlar, yolun sonu göründüğünde dünyanın vefasız olduğuna dair serzenişte bulunurlar. Bu tür yakınma içindeki insanlar gerçekte haklı olanlar değil; verdikleri ilk söze sadakatten uzaklaşarak asıl vefasız olanlar ve de aldananlardır ancak.

Dünya her gelene bütün cazibesiyle el eder, kendine çağırır, fakat kimseye de el vermez. Çünkü insan sınanmak üzere ve bir imtihana tabi olmak için dünyaya gönderilmiştir. Dünya, geçip gitmişlere olduğu gibi, şimdi yaşayan ve bundan sonra gelecek olanlara da, bitmeyen istekler yönünden vefalı davranmayacaktır.

Bu anlamda bir söz üstadının söylediği önemlidir: “Akıbet cümlemizin menzili hâk olsa gerek/ Kime etmiş bu felek kâm ü merâm üzere vefa.” Yani “Sonunda hepimizin varacağı yer topraktır. Bu dünya vefa gösterip kimin arzusunu yerine getirmiştir ki?”

Yine şairin; “Vefa her kimseden kim istedim, andan cefâ gördüm/ Kimi kim bîvefa dünyada gördüm, bîvefa gördüm.” (Bu dünyada vefa istediğimden cefa gördüm, bu vefasız dünyada kimi gördüysem vefasızdı) söyleyişi, özünde vefa olmayanlardan vefa beklemenin ancak hayal kırıklığı olacağını anlatıyor. Evet; dünyanın vefasızlığını unutup ona bağlanmış olanlar, dünyaya benzemeleri sebebiyle vefasızlaşmışlardır.

Sözde mi kaldı?

İnsanoğlu her devirde insanların vefasızlığından dem vurmuştur. Çünkü vefa karşısındakinden beklenen ve aynı şekilde dünyevîleşme ile birlikte de azalan bir şeydir. İnsanlar arasındaki en kuvvetli bağlardan biri olan vefa, insanı gerçek anlamda insana dönüştürür, hayatı ise doğru maksada yönlendirir. Hayatın bütün zorluklarına, elemlerine, uzaklıklarına karşılık insan hatırlanmayı, ilgiyi ve sevgiyi bekler. Devran her ne kadar bu bağları zayıflatsa da, insana yakışan her durumda, her şartta vefakâr olduğunu göstermektir.

Vefa, günümüz insanında azalan, gün geçtikçe kaybolmaya doğru giden bir haslet artık. Onun için evlilik öncesi sadakat adına verilen sözler kısa bir süre sonra unutuluyor. Bir zamanlar bizi besleyen, büyüten, canından bir parça sayan anne ve babaların gözleri, bayramlarda bile gelip hatırını sormayan vefasızlar için sözde ‘huzur’ evlerinin pencerelerinden yollara bakmaktan yorgun düşüyor.

Nice anne ve babalar evlatlarına verdikleri söze yüz çevirerek, sokakların tehlikeli karanlıklarında öz evlatlarının tükenişine göz yumarak rahat bir uykuya dalabiliyor. Birlikte yaşanan zamanlardaki en kavi dostluklar zaman içinde hatırlanmaz hale geliyor. Ulaşımın ve iletişimin zirvede olduğu bu çağda yakınlaşmalar, kavuşmalar ve kucaklaşmaların daha fazla olması gerekirken, insanlar en sevdiklerine bir selam bile göndermeyi kendilerine yük sayıyor.

Hızla dönen dünyanın içinde başı dönen insanlarız. Birçok hasleti olduğu gibi, vefayı da hayatımızdan siliyor gibiyiz. Vefa sadece lügatlerde mi yalnız; yoksa bizim de zaman zaman hatırladığımız, fakat sadık kalamadığımız için ruhumuzun en kuytusunda unutuluşa terk ettiğimiz bir kavram mı?

İnsanın her çağda hüsranda olduğu bir gerçek. Günümüzde ise maneviyatsızlık alevinin her iki dünyamızı da tehdit ettiği aşikâr. Ömer Nasuhi Bilmen hazretleri bunca sözü bir cümlede özetleyerek: “Zamane dostlarından vefa ummak, şûrezârdan (çorak, verimsiz topraktan) mahsulât beklemeye benzer.” diye buyurmuşlar.

Vefasızlar mı?

Millet ve fert olarak varlığımızı devam ettirebilmemizin yegâne yolu, bizi biz yapan manevî ve maddî değerlere sahip çıkmaktan geçer. Başta Yaradan’a olmak üzere, dünya ve ukba saadetini temin için insanlığa hizmet etmiş önemli şahsiyetlere, aile fertlerimize, dostlarımıza karşı vefakâr olabilseydik keşke. Unutmak ve unutturmak yerine, hatırlanması, yaşatılması gereken ulu kişilerin adını ve hayatını öğretebilseydik çocuklarımıza… Onların yaşadıkları onca çilelere, horlanmalara, hatta canlarını hiçe sayışlarına karşılık, bizler sadece şükranla ve minnetle yad edenler olabilseydik onları.

Vefa duygusu da vicdan gibidir. Eksikliğinden dolayı bir yanımızın kanadığını, sızladığını hissederiz. Nasıl ki tamamen silip atamadığımız duygularımız, hislerimiz vardır, vefa duygusu da derinde, ama hep bizimle yaşayan, fakat çoğu zaman karşımızdakilerden beklediğimiz, bencilliğimiz sebebiyle en yakınımızdan bile esirgediğimiz, üzerini zaman perdesiyle örttüğümüz en insan yanımızdır.

Keşke, bütün unutulmuşluklara, bütün uzaklıklara, zaman ve zamaneye karşı; karşılık görmesek de, hiçbir beklenti içinde olmadan, Fuzûli gibi bizler de; “Yâr kılmazsa mana cevr ü cefâdan gayrı/ Men ana eylemezem mihr ü vefadan gayrı” (Sevgili bana sürekli eziyet etse de, ben ona yine vefa gösteririm) diyebilseydik. 

Kaynak: Hasan Akçay-Semerkand Dergisi

Gülüm

















Uzat be gülüm gülünü
Korkma, solmaz bende
Elimden bir şey gelmez
Solmak varsa kaderde

Yüreğim bir bahçedir
Kendini gül görene
Gönül gülün bülbülüdür
Gülü, gül gibi sevene

Gül bahçesinde güzeldir
Saksıya tutsak edilmez!
Gülün kadrini bülbül bilir
Saksıdaki güle ötülmez!

Recep Altun

Fransız Öpücüğü

Okuyabilmek İçin Tıklayın


Bugünkü (21 Aralık 2011 Çarşamba) Hürriyet Gazetesinin köşe yazarlarından Yılmaz Özdil  "French kiss"  başlıklı okuyucuları ile paylaştığı makalesinde: "Alan razı. Veren razı. Sana ne taaa Cezayir'den? Allah'ın salağı." diyerek,  "Antep neden Gazi? Maraş neden Kahraman? Urfa neden Şanlı?" sorularıyla "Fransız suçu arıyorsan... Antep kanıt. Maraş kanıt. Urfa kanıt." diye böyle devam etmektedir.

Söz konusu Fransa'nın bu eylemine karşı çıkarken ben de bloğumda gazetelerden etkilenerek Cezayir katliamı ile ilgili söylemi dile getirmiştim. Ne yalan söyleyim Birinci Dünya Savaşı sonrası emperyalist ülkeler tarafından işgal edilen yurdumuzdaki olaylara bir savaş gözüyle baktığımız için, böyle bir tarihi ayıp hiç aklıma gelmedi. Ama Yılmaz Özdil bunu düşünerek makalesine taşımış ve okuyucuları ile paylaşmış. Ben de bloğumda Cezayir katliamından bahsettiğim için Yılmaz Özdil'in "Allah'ın salağı" sıfatı ile taltif edilmiş bulunuyorum.

Recep Altun

Fransa Önce Kendi Tarihine Baksın


Cezayir Katliamı

Fransız meclisinde gündeme gelecek olan soykırımı inkarı suç sayan yasaya ben de tepkimi göstermek üzere fazla başınızı ağrıtmadan bu konuyu sizlerle paylaşmak ihtiyacı duydum.

Hepimizin malumu olduğu üzere 1915 Olaylarını yeniden burada incelemeye imkanımız yok. Tarih, parlamentolarda yapılan oylamalarla yazılamaz. Tarih popülizm uğruna, oy toplamak uğruna çarpıtılamaz. 21’nci yüzyılda, bir Avrupa (Fransa) ülkesinin, tarihteki yalanları cesaretle inkar edenleri cezalandırmaya girişmesi; bilim adına, ifade özgürlüğü adına, insan hak ve hürriyetleri adına son derece vahim, kaygı verici, hatta utanç verici bir olaydır.

Yönetmen Yasmina Adi

Birkaç hafta önce “Neden Türkiye Avrupa’da olsun? Eğer Türkler Avrupa’da olmak istiyorsa, o zaman Ermeni soykırımını tanımak zorunda” diyen Sarkozy’ye, “başkalarına ders vermeye kalkışmadan önce tarihte kendi yaptıklarına bir bakmalı” diyen aynı zamanda bir Fransız vatandaşı olan Yasmina Adi isimli kadın yönetmenin yönettiği “Cezayirlileri Burada Boğuyoruz” adlı filimde “17 Ekim 1961 Katliamı” olarak bilinen ve Fransa’nın başkenti Paris’te sokağa çıkma yasağına muhalefet ederek gösteri yapan çok sayıda Cezayirlinin öldürülmesine yol açan olayların ele alındığı bu film, Fransa’nın Cezayirlilere karşı uyguladığı vahşeti anlatmaktadır.

Fransa Cezayir'de

8 Mayıs 1945’ten itibaren katledilen, fırınlarda yakılarak öldürülen, sayısı 45 bin olduğu söylenen Cezayirli şehitlerden bugün hiç kimse bahsetmiyor. 1994 yılında Ruanda’da 800 bin insanın katledilmesinde Fransa’nın rolü hiç tartışılmıyor. Hiçbir tarihçi ve hiçbir siyasetçi bizim tarihimizde soykırım göremez! Soykırım görmek isteyenler dönsünler, kendi kirli ve kanlı tarihlerine bir baksınlar. Kendi tarihleriyle yüzleşemeyenlerin, asılsız iddialar üzerinden Türkiye tarihine saldırmaları çok ciddi ve çirkin bir saldırıdır. 

Ruanda Katliamı
Bir Türk vatandaşı olarak, bu kasıtlı, art niyetli, popülist, haksız ve hukuksuz girişimleri şiddetle protesto ediyor ve esefle kınıyorum.

Recep Altun

Stüdyo Gaye

Hasan Hüseyin Altun- Kırşehir / Kaman

Stüdyo Gaye, 1978 ' lere ait küçük bir ilçenin sınırları içinde bir ekmek teknesinin ismidir. Fotoğrafın siyah ve beyaz çizgileri arasına gizlenmiş, hatırlandığında insanı mutlu edebilecek çok güzel anıların yer aldığı ilçenin nadide müesseselerinden biriydi. 

1978 ' li yıllarda: Bülent Ersoy "Kumrular Gibi", İzzet Altınmeşe "Esmerim", İbrahim Tatlıses "Ayağında Kundura", Ferdi Tayfur "Huzurum Kalmadı" ve Şükran Ay "Sevemedim Kara Gözlüm",  şarkı ve türküleriyle kasetlerde, 45 liklerde ve "long-play" dediğimiz uzun çalarlar da yerini almışlardı.

Bu şarkı ve türkülerin,  herkesin kendi dünyasında ayrı bir yeri vardı. Kiminin hayallerini süslüyor, kimilerinin de sevdalarını anlatıyordu.  

O zamanın delikanlılarının saç ve favorileri uzun, ispanyol paça pantolon ve ucu sivri yumurta topuk iskarpinleri olurdu. Küçük ilçelerdeki tüm insanların eğlence kaynakları; sinema, müzik ve evlerindeki televizyonlardı. O zamanlar müzik ön plandaydı. Hemen hemen herkesin evinde ve arabasında bir kaset çaları vardı. İhtiyaçları olan müzik kasetlerini de fotoğrafta gördüğünüz stüdyo Gaye'den temin ederlerdi.

Baş döndürücü bir hızla gelişen teknoloji; kasetlerin, 45 liklerin ve uzun çalarların pabucunu dama atınca, stüdyo Gaye'nin de kapsısına kilidi vurdurmuş oldu. Stüdyo Gaye; bu ilçede adından hep övgüyle bahsedilmiş ve herkesin mazisinde güzel bir anı olarak yerini almış ender ekmek teknelerindendir. 

Recep Altun

Gecenin Mavisi


Önce masalını anlattım
Gecenin mavisine
Sonra ninnisini söyledim
Uyuya kaldı kollarımda
Ne güzel uyuyordu
Gecenin mavisinde...

O uyurken
Ben düşünüyordum
Gecenin mavisi
Ömrümün neresinde?..

Ne yıldızlar, ne de mehtap
Bozamaz gecenin mavisini
Çünkü o benim yüreğimin
Ta derinliklerinde...

Recep Altun