Gaflet


Kur’an-ı Kerim’de 328 yerde anılan insanın, unutan ve gaflette olan bir varlık olarak nazar verildiğine ilişkin açıklamaları olan Taha suresinin 115 ile 124 arası  ayetlerinin mealini paylaşacağım.

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.

And olsun ki daha önce Adem’e ahd vermiştik, fakat unuttu; onu azimli bulmadık. Meleklere: “Adem’e secde edin" demiştik; iblis’ten başka hepsi secde etmiş, o çekinmişti. “Ey Adem! Doğrusu bu, senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, yoksa bedbaht olursun. Doğrusu cennette ne acıkırsın, ne de çıplak kalırsın; orada ne susarsın, ne de güneşin sıcağında kalırsın” dedik. Ama şeytan ona vesvese verip: “Ey Adem! Sana sonsuzluk ağacını ve çökmesi olmayan bir saltanat göstereyim mi?” dedi. Bunun üzerine ikisi de o ağacın meyvesinden yedi, ayıp yerleri görünüverdi. Cennet yapraklarıyla örtünmeye koyuldular.

Adem, Rabb’ine baş kaldırdı ve yolunu şaşırdı. Rabbi yine de onun seçip tevbesini kabul etti, ona doğru yolu gösterdi. Onlara şöyle dedi: “Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan inin. Elbet size Benden bir yol gösteren gelir; Benim yoluma uyan ne sapar ve ne de bedbaht olur.”  Benim kitabımdan yüz çeviren bilsin ki onun dar bir geçimi olur ve kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz. O zaman: “Rabb’im! Beni niçin kör olarak haşrettin, oysa ben gören bir kimseydim” Der.      

Allah: “Böyledir, ayetlerimiz sana gelmişti de sen onları unutmuştun, bugün de öylece unutulursun” der. İşte haddi aşanları, Rabb’inin ayetlerine inanmayanları böylece cezalandıracağız. Hem ahiretin azabı,  bu dünya azabından daha şiddetli ve daha devamlıdır.  

Azim olan Allah, ne güzel ve ne doğru söyledi.

Yazmak



Merhabalar.

Geçenlerde “Maya’nın Günlüğü” isimli bir blogger arkadaşımın blog başlığı “Silmeden Yazmak Lazım Bazen”di. Bu başlığı ve içeriğini okuduktan sonra epeyce düşündüm ve silmeden yazmanın mümkün olmakla birlikte her babayiğidin de harcı olmadığına karar verdim. Belki bazılarımız gerçekten hiç silmeden yazabilirler; ama imla ve yazım kurallarına ne kadar uygun olur onu bilemem. Ben bu zamana dek, ne kadar yazı hazırladıysam o kadar çok silerek yazdım ki, sayısını hatırlamam mümkün değil. Şu anda bu yazımı silmeden yazmaya çalışıyorum. Bakalım nereye kadar silmeden yazabileceğim. Benim en çok silerek düzeltme yaptığım yazma birimleri; imla ve yazım kurallarına takılan kelime ve cümlelerdir. Bir de cümle düşüklüğü olduğu zaman silerek düzeltmek zorunda kalıyorum. 

Buraya kadar silmeden yazabildim mi? Hayır! Yazamadım. Emin olun bu küçücük pasajda bile en az 15 kez silerek düzeltme yapmak zorunda kaldım. Demek ki, bende silmeden yazamıyorum. Devlet memuru olarak çalışırken hazırlanacak yazışmanın önce taslağını hazırlar, gerekli kontrolleri yaptıktan sonra da daktilo ederdim. İlerleyen zaman içersinde artık taslak hazırlamadan ve silmeden doğrudan daktilo ile yazabiliyordum. Ama blog hazırlama işi memurluktaki yazışma işine benzemiyor.  

Bir de yine blogger arkadaşlarımdan Sayın Sabahattin Gencal hocamın blogların metinsel uzunluğuyla ilgili bir uzman önerisi vardı: “Yazdığınız bloğun uzunluğu 150 kelimeyi geçmesin” diye! Bu tespite ben de katılıyorum. Eğer bloglarınızın okunmasını istiyorsanız, metinsel uzunluğunun 150 kelimeyi geçmemesine dikkat edin, aksi halde samimi okuyucularınız azalır. 

Saygılarımla.

NOT: Bu makalede tam 217 adet kelime var. (Bu sayıya : “ve, de, da, bu, o, ne, ki, mi” dahildir.)

Kucaklaşma Zamanı


Aynı Allah’a, aynı Peygambere, aynı Kitab’a inanan; aynı kıbleye yönelen; sevinçte ve tasada aynı duyguları yaşayan insanların, birbirlerine soğuk durmaları ve hasmane düşünceler taşımaları söz konusu olamaz.

Bırakın Müslüman din kardeşi olarak birbirimizi incitmeyi, Adem kardeşi olarak diğer din mensuplarını bile kucaklayacak, yaratılanı Yaratan’dan ötürü hoş görebilecek erdemi gösterebilmeliyiz.

Yetmiş iki millete aynı nazarla bakmayan medresede müderris olsa da Hakk’a asidir” diyen Hacı Bektaş Veli’yi biliyoruz. “Benim çadırım gökyüzüdür, içine herkesi alır” diyen Yunus Emre’yi biliyoruz. “Kim olursan ol yine gel” diyen Mevlana’yı biliyoruz. Kimseyi ayırmadan herkesi kucaklayan, kendileri fakirlik içerisinde yaşarken başkalarını düşünen ve tercih eden Ehl-i Beyt’i  biliyoruz. Ve tabi hepsinin membaı ve kaynağı olan, kendisine taş ve diken atan insanlar için felaket emri istendiğinde; “Hayır onlar ne yaptığını bilmiyor, ben gazap peygamberi değil rahmet peygamberiyim.” Diyerek, insanlığa ne kadar düşkün olduğunu gösteren, alemlere rahmet Hz. Muhammed Mustafa’yı biliyoruz.   

Bütün bunları bile bile, insanlığa kucak açıp bu evrensel hoşgörü ve zenginliğimizi göstereceğimiz yerde; kendi içimizde düşmanlıklar üreterek ve hayali düşmanlar yaratarak kısır bir döngü içerisine saplanmamız ancak gerçek düşmanın işine yarar ve ekmeğine yağ sürer…

Alıntı: İhsan Ünlü Eğitimci-Yazar(Yeni Dergi)

Sokak Sanatı

Fotoğrafı Gerçek Boyutuyla Görmek İçin Tıklayın

2009 yılından beri Ankara da faaliyetlerini sürdüren ASSA (Ankara Sine-i Sanat Atölyesi, eski adı - Ankara Sokak Sanatları Atölyesi) bu sene büyük bir başarı yakalayarak 1.ASSA SOKAK SANATLARI FESTİVALİ' ne imza attı.Yapılan sanatsal faaliyetlerin çapı genişledikçe aileyi genişletmenin ihtiyaç olduğu ortaya çıktı. Aynı sanat çatısı altında faaliyet sürdürmek isteyenler için grup tanıtımı aşağıdadır.

Fotoğrafı Gerçek Boyutuyla Görmek İçin Tıklayın


ASSA bağımsız bir topluluktur. Sanatın her alanında Sokaklarda/Sahnelerde performanslar sergilemektedir. Amaç ve Felsefesi "yaşanılır dünya bilinçli insanla olur" şiarını yaymak ve daha kaliteli hayatlar için insanlarda duyular uyandırmaktır. Bunun riski ne ise almaya hazır olan topluluğun kimseyle bir alıp veremediği yoktur. Kimseye karşı değildir. Sevgiden yanadır. Sanatın dönüştürücü etkisine inanır.

Fotoğrafı Gerçek Boyutuyla Görmek İçin Tıklayın


Fluxus akımını neredeyse tamamen benimsemiş olan grup, herkesin sanat yapabileceğine inanır, tüm sanat dallarının birbiri ışığı altında ilerlediğine inanır ve tüm sanat dallarını fırsat buldukça birbiriyle seviştirir. Sosyal sorumluluk projeleri ve sokak performansları ağırlıklı çalışmalar yapar. Amatör bir grup olmasına rağmen birçok uluslararası tiyatro ve film festivaline katılmış ve özne olmayı başarmıştır. Üyelere ticari katkıları zaman zaman olsada, ticari kaygıyla gruba dahil olunmaması önerilir. Detaylı bilgi için aşağıdaki linklerden grubu tanıyabilirsiniz.

Fotoğrafı Gerçek Boyutuyla Görmek İçin Tıklayın


İLETİŞİM: Genel Sanat Yönetmeni - Onur Kaya - 0506 924 61 11
BAŞVURU FORMU için - ''ASSA BAŞVURU'' yazıp onurxkaya@hotmail.com adresine ileti gönderiniz.
http://www.facebook.com/pages/ASSA-Ankara-Sine-i-Sanat-At%C3%B6lyesi-/253246188036533#!/group.php?gid=124186463626
http://www.facebook.com/pages/ASSA-Ankara-Sine-i-Sanat-At%C3%B6lyesi-/253246188036533

Fotoğrafı Gerçek Boyutuyla Görmek İçin Tıklayın


Ben de bugün tesadüfen dolaşırken, Ankara Sakarya caddesi başında duyduğum müzik sesine doğru ilerlediğim de ASSA'nın bu sokak sanatı gösterisi ile karşılaştım. Sizlerle paylaşabileceğimi düşündüğüm için çektiğim bu fotoğrafları sizlerin bilgi ve ilgisine sunmaya çalıştım.

İstanbul'un Fethi


Fatih'in İstanbul'a Girişi
Her ne kadar Cenab-ı Peygamber tarafından "Kostantiniye muhakkak fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden asker ne güzel askerdir" şeklinde söylendiği rivayet edilen bir hadis varsa da, tarihsel kaynaklar böyle bir hadisin varlığından emin değiller.

İstanbul, tarihte müslümanlar tarafından birçok kuşatmaya sahne olmuştur. Ancak İstanbul'un fethi, 21 yaşındaki Fatih Sultan Mehmet'e nasip olmuştur.

Zira 53 gün süren kuşatmadan sonra 29 Mayıs 1453 senesinin bir seher vaktinde askerleri uyurken onun seccadesinin üzerinde şöyle dua ettiği rivayet edilir: "Ya İlahi! Bir bölük ümmetimi yerindirme, düşmanlarını sevindirme, bizleri muzaffer kıl." İşte Fatih'in bu samimi kavli duası, fiili dua ile birleşince gemiler karadan yürümüş, top gülleleri muhkem Bizans surlarını delmiş ve fetih gerçekleştirilmiştir.

İstanbul'un fethinin 559 yıldönümü kutlu olsun!

Ayasofya Cami
Süleymaniye Cami

Dubai


























Gıda Mühendisi olan yeğenim Umman'da yapımı devam eden hava'alanı inşaatı işlerini yürüten BECHTEL-ENKA şirketi bünyesinde çalışmaktadır. Dubai'ye yaptığı bir gezinti esnasında görüntülerini aldığı fotoğrafları sizlerle paylaşmak istedim.  

Çeşnigir Köprüsü

Çeşnigir Köprüsünün Kitabesi.

Yıllardır bizleri Kaman'dan Ankara'ya ulaştıran 13. yy. Anadolu Selçuklullar döneminde Kızılırmağın üzerine inşa edilmiş bulunan ve artık kullanılmayan tarihi Çeşnigir köprüsünden aldığım görüntüleri sizlerle paylaşmak üzere bu bloğu hazırladım. Çeşnigir köprüsü,  Kırıkkale ilinin Keskin ilçesine bağlı Köprü kasabasındadır. Daha ileride Kapulukaya barajı olduğu için Kızılırmağ'ın suyu burada küçük bir su havzası oluşturmaktadır. Köprü ile ilgili diğer bilgileri ihtiva eden tanıtım kitabesini de görüntüleyerek bilgilerinize sergiledim.



Çeşnigir köprüsünden bir görünüm.

Çeşnigir köprüsünden bir görünüm.

Kızılırmağın etrafında oluşan kaya kütleleri

Kızılırmağ'ın Kapulukaya brajı su havzasınının köprüye doğru oluşan uzantısı

Çeşnigir köprüsünün üzerinden bir görünüm


Kızılırmağ'ın etrafında oluşan kaya kütleleri

Köprünün altından geçen ırmak suyunun kenarında oluşan kayalar.

Çeşnigir köprüsünden bir görünüm.

Kızılırmak üzerine yeni İnşa edilen bu köprü kullanılmaktadır.
Yeni Yapılan Köprünün Giriş Tarafından Bir Görünüm

AÇIKLAMA: Fotoğraflar, 24 Mayıs 2012 tarihinde saat: 17:40 sularında tarafımdan çekilmiştir.(En alttaki son fotoğraf tarafımdan bir yıl önce çekilmiştir.)

Şehidlerimiz


Merhabalar, Sevgili Blogger Kardeşlerim!..

Son derece kızgın, son derece üzgün olarak bilgisayarın başına oturdum. Bu ruh halimle ne yazılır bilmiyorum. Bildiğim tek şey, sonu bir türlü gelmeyen PKK terörünün hain saldırıları sonucu 3 Türk evladının daha şehid verilmesi karşısındaki derin üzüntüm ve içimdeki isyandır. "YETER ARTIK!" diye haykırmak istiyorum. Bu isyanım kahpe tuzaklar kuran kalleşlere olduğu kadar, hatta onlardan daha çok, bu ihanetin yeniden alevlenmesine, bu alçakların yeinden cüret ve cesaret bulmalarına, yeniden  tuzak kurmalarına, karakol basmalarına, bomba koymalarına, kurşun atmalarına zemin hazırlayanlaradır.      

Aziz Şehidlerimize Cenab-ı Hakk'tan rahmet, yüce Türk milletine ve şehid ailelerine başsağlığı ve sabr-ı cemil dilerim.

YETER ARTIK!

Silahlar yine kan kusmakta
Yürekler alev alev yanmakta
Hergün bir şehit haberiyle
Türkiye acılara uyanmakta.

Sen usanmadın öldürmekten
Biz de usanmayız ölmekten
Bu işin sonu nereye varacak 
Vazgeç artık, kan dökmekten!

Bu terör son bulacak birgün 
Sorulacak yapılanların hesabı
Kaçacak yer aranacak o gün
Kalmaz yerde şehidimin kanı.

Recep Altun

Çıkınağıl



Genç çoban, köyün en güzel kızına sevdalanır. Kızın da yüreği alevlenir genç çobana... Ama ağa kızıdır, mümkün değildir biraraya gelmeleri. Çoban bu sevdaya daha fazla dayanamaz ve bir gün genç kıza: "Kap çıkınını gel ağıla" der. Genç kız da çıkınını alır gelir ağıla, tam kaçarlarken ağa ve adamları basar ağılı ve çoban ile kızı oracıkta öldürürler. İçinden "kara sevda" geçen köy, adını bu olaydan alır: Çıkınağıl...

Çıkınağıl köyü Hirfanlı Barajı'nın suları altında kalınca, 1957 yılında taşınır, yerinden olur. 12 Eylül darbesinden sonra da isminden olur. Artık kasaba olan Çıkınağıl'ın içinden sevda geçen adı, dönemin belediye başkanının darbeci generale yaranma sevdasıyla Evren oluverir.

Şu anda Ankara'ya bağlı olan ve Ankara'ya 178 km. uzaklıkta bulunan yeni adıyla Evren kasabası halkı, yağcılık nedeniyle ilçelerine verilen Evren ismini hiç kabullenememişler ve köylerinde geçen bu kara sevda olayının köylerine verdiği Çıkınağıl ismini kullanmaktan asla vazgeçmemişler.

Aradan 31 yıl geçmiş olmasına rağmen, bir faydasını da göremedikleri darbeci generalden şikayetçi de olan Evren ilçe halkı,  eski isimleri olan Çıkınağıl'ı tekrar resmen kullanmak istemektedirler.

Kaynak: Web Sitelerinden Araştırılarak Yazıldı.

Mizan ve İrfan


Çeşm-i insaf gibi kamile mizan olmaz
Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz

                                                  Talibi


İnsaf; kelime anlamı olarak, merhamete, vicdana yada akıl mantık kurallarına dayanan adalet demektir. Çeşm-i insaf; malum insaf gözü demektir. Bilge, yaşını almış olgunluk çağına gelmiş bir kişiye insafla bakıp, kainatın her zerresinde tecelli eden gerçek varlığın Allah olduğunu, ondan gayri hiçbir mevcudun gerçek anlamda var olmadığını görmek gibi bir mizan; yani bilgelik ölçüsü yoktur. Kişinin, kendi kusurunu noksanlığını, eksikliğini bilmesi gibi de irfan; yani İlahi sır ve gerçekleri kavrama ve anlama kabiliyeti yoktur. Zira; oldukça bilinen bir hadis-i şerifte Hz. Peygamberimiz şöyle buyurmuştur; "Nefsini (yok) bilen, Rabbini bilir." Nefsinin, yaratılmış olduğunu, aslında "la şey'” yani yok olduğunu, O’nun yüce iradesi önünde aciz, kusurlu ve eksikli olduğunu bilen Rabbinin yüceliğine boyun eğer, bu boyun eğiş, secde kalpten olursa bu hakikat bilgisine yükselişin adı nefsini bilmek ve Rabbini bilmektir ki, insanın yaratılışının asıl gayesi Rabbini bilmek ve ona kulluk bilincine ermektir.

Biz, mademki kuluz, kusurluyuz, mükemmel olamayız, yaratılmış olmamız bunun en büyük delilidir. Yani, kul her ne kadar yükselirse yükselsin neticede kuldur. Bizler onun ilminden ancak dilediği kadarını öğrenebilir, hıfz edebiliriz. Oysa, O'nun ilmine son yoktur. Bu yüzden Hak yolunda, bilmediğini bilmek irfanın başı sayılmıştır.

Allahu Teala'nın isim ve sıfatları insanda tecelli eder, fakat zati sıfatlarından tekvin sadece Allah'a mahsustur. İnsan, bir sivrisineğin karşısında bile acze düşer. Bazen, küçücük bir virüs karşısında bütün savunma sistemi çöker. Öyleyse, insan haddini asla aşmamalı, yaratıcısına karşı daima muti ve mütevazı olmalı, kendini ihtiyaç, fakr-u zaruret içinde görüp, her hal-u karda Rabbinin karşısında boynu bükük, eli bağlı bir köle gibi olmalıdır. 

İşte, kulun kendi noksanını bilmesinden daha büyük bir irfan yani bilgelik yoktur. Şair, yukarıdaki beyitte bu hakikati anlatmak istemiştir.

Alıntıdır.

Şehir Tiyatroları

Türkiye'de sanatçıların ve sanatçı geçinenlerin tavırları genellikle elitist, jakoben, devletçi ve tepeden inmecidir. İçinde yaşadıkları toplumu ve insanları küçük gören bu grup, genellikle muhafazakâr aydınları ve halkı beğenmez, kendilerini allâme-i cihan zannederler.

Bir zamanlar TİP'li takılsalar da değişmez adresleri genellikle CHP'dir. Onlara göre, muhafazakârlıkla sanat bir arada bulunamaz; hattâ 'Muhafazakâr sanat olmaz' deyip kestirip atarlar. Zira bu güruh kendi milletinin özgün sanat geçmişini ve birikimini hiçbir zaman kabul etmemiştir.

Değerli ilim adamı, edebiyatçı ve sanatçı Prof. Dr. İskender Pala'nın yazdığı 'Muhafazakârın Sanat Manifestosu'nu mutlaka okumanızı tavsiye ederim. O zaman, son günlerde bir bardak suda fırtınalar koparan sözde sanatçıların, milletin değerlerine önem verenlerle farkını açıkça görebilirsiniz.

Ben prensip olarak devletin kültüre ve sanata müdahale etmesine karşıyım. Esasen böylesine devletçi bir toplumda, katılımcı demokrasi yerine asimilasyon ve tektipçilik gelişecektir. Bu çerçeveden bakınca, İstanbul Şehir Tiyatroları'nın repertuarında bürokratların sözünün olması, elbette doğru değildir. Fakat kazın ayağı öyle değil... 'Günlük Müstehcen Sırlar' isimli oyun tam bir müstehcenlik örneği. Repertuardan kaldırılan oyun baştan sona küfürden ve pornografiden ibaret...

Yani bu ayaklanan 'sanatçılar', her türlü oyunu seçip oynayabilecekler; paraları hesapsızca harcayabilecekler; toplumun değer yargıları ve oyunların tutup tutmaması onları hiç ilgilendirmeyecek; lâkin aybaşlarında maaşlarını muntazaman almaya devam edecekler... Sorarlar adama: 'Şehir tiyatroları babanızın malı mı?' diye...

Üstelik bu 'Günlük Müstehcen Sırlar' bir istisna da değil. Müstehcenlik gösteren '+16' kategorisinde iki oyun daha var. Ayrıca Osmanlı tarihini karalamaya çalışan ya da Soğuk Savaş'ın kokuşmuş Marksist iddialarıyla yazılan oyunlar da var... Lâkin, kimse bu gökten inmiş 'sanat melekleri'ne karışamaz. Çünkü Şehir Tiyatroları kendilerine özel çiftlik olarak tahsis edilmiştir.

Atatürk döneminde, Osmanlı'dan kalan 'Dârülbedâyi', 'Şehir Tiyatro'su olarak hizmetini yaygınlaştırdı. Atatürk, bu nevi kültürel hizmetleri merkezîleştirmedi. Tiyatrolar da 1949'a gelinceye kadar 'Devlet Tiyatrosu' olmadılar. Aslına bakarsanız, kültürün 'devletleştirildiği' dönem, Sovyetlerin yıkılmasıyla birlikte ortadan kalkmıştır. 1992'den sonra dünyadaki tek devlet tiyatrosu Türkiye'de kalmıştır. Bir zamanlar Moskova Devlet Sirki ile alay eder, kadrolu, cambaz ve palyaçolardan bahsederdik.

Bu sanatçı kıyamının kültür ve sanat hayatımıza faydası olmuştur. Başbakan'ın dediği gibi şehir tiyatroları özelleşir ve kendisine güvenen çıkar, riske girer, çalışır ve ortaya güzel eserler koyar. Türkiye'de bunun çok örnekleri görülmüştür.

Tiyatroların özelleştirilmesi desteklenmemesi anlamına gelmez. Belirli kriterlerle tiyatrolar ve oyunlar desteklenebilir. Bu arada özel sektör de sponsorluk yapabilir.

Sözün özü, artık bankamatik memurluğu dönemi bitmeli, gerçek sanat dönemi başlamalıdır.

Hasan Celal Güzel
Sabah Gazetesi-3 Mayıs 2012

3 Mayıs Türkçülük Günü

3 Mayıs 1944'de bir avuç Türk aydını dönemin iktidarı tarafından nizam düşmanlığı ve ırkçılık gibi suçlamaları ile zulme uğramış, Türk tarihine Türkçülük-Turancılık mahkemeleri olarak geçen kara sayfalar yazılmıştır. Türk milliyetçileri iftiralara, baskılara ve suçlamalara rağmen Türklük şuurundan, Türkiye sevdasından ve Türk birliği ülküsünden vazgeçmemişlerdir. Kurulan mahkemelerin sonunda şerefli bir mücadele verildiği tescil edilmiş ve 3 Mayıs Türkçüler Günü olarak tarihe geçmiştir. 

Bu davalar gelenekten geleceğe Ziya Gökalp, Nihal Atsız, Mümtaz Turhan, Alparslan Türkeş, Erol Güngör ve daha nice fikir ve siyaset adamını Türk milletinin maddi varlığında buluşturmuş, ülkenin bölünmez bütünlüğü, varlık ve bekası için sönmez bir inanç meşalesini yakmıştır. 

Türk milletini her türlü emperyalizmden korumak için inandıkları fikirleri, değerleri ve doğruları haykıran Türk milliyetçilerinin verdikleri bu mücadele, bugün daha net bir şekilde anlaşılmaktadır. Bugün Türkiye, etnik milliyetçilikleri körükleyen ve Türk kimliğini her fırsatta reddeden bir siyasi anlayışla idare edilmektedir. "Türküm" diyemeyenlerin, Türklük şuurunu sorgulamaya açanların, Türk olmaktan gurur duyanları ırkçılıkla suçlayanların 'aydın' sayıldığı günümüzde, 3 Mayıs'a sebep olan zihniyet yeniden hortlamıştır. 

Bu vesileyle, 3 Mayıs Türkçülük Günü, bütün Türk Milletine ve dünya Türklüğüne kutlu olsun!   

Alıntıdır. 

Bir Öykü Bir Destan

Kırşehir İli










Anadolu Selçukluları ve Osmanlı döneminde Sancak, Cumhuriyet Döneminde il olan Kırşehir, 02 Mayıs 1954 milletvekili genel seçimlerinde (Cumhuriyetçi Millet Partisi) CMP’ ne oy verdiği için (Demokrat Parti) DP tarafından 30.06.1954 tarihinde çıkarılan bir kanunla ilçe yapılarak cezalandırılışını bugün 65 ve daha üzeri yaşlarda bulunan insanlar hatırlayabilirler.

Osman Bölükbaşı














Adnan Menderes













İktidardaki Adnan Menderes’in Demokrat Parti’si (DP) tam 508 sandalye ile olağanüstü bir zafer kazanmıştı.  CHP ise Meclis’e topu topu 34 milletvekili getirebilmişti. Üçüncü parti Cumhuriyetçi Millet Partisi (CMP) ise sadece bir ilde, Kırşehir’de seçimi alarak 4 milletvekili çıkarabilmişti. (O zamanki seçim yasasına göre bir ilde en çok oyu alan parti o ilin bütün milletvekillerini alıyordu.)  Bu görkemli zafere karşın Menderes mutlu değildi.  Menderes oyların yüzde 58.42’sini almalarına rağmen CHP’nin yüzde 35 oy toplamasından rahatsızdı. Çevresine “Demek ki, bu memlekette demokratlaştıramadığımız yüzde 35’lik bir kitle var” demişti.ve  Menderes muhalefeti susturmaya karar vermişti.
Celal Bayar
Seçimlerden sonra Bursa’dan milletvekili seçilen Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın mazbatasını aynı ilden seçilen milletvekilleri Çankaya’ya götürdüler. (O zaman cumhurbaşkanları da partili milletvekilleri arasından seçiliyordu.) Bayar teşekkür ettikten sonra “Kırşehir’i ilçe yapacağız” dedi.  İktidar ilk darbeyi, kendilerine oy vermeyen ve Osman Bölükbaşı ile 3 arkadaşını Meclis’e gönderen Kırşehir’e indiriyordu.  Milletvekili Dr. İbrahim Öktem “Ama bu olmaz. Herhalde latife ediyorsunuz” diye itiraz etti.  Bayar “Çok ciddi söylüyorum. Göreceksiniz” dedi.  Seçimden 28 gün sonra İçişleri Bakanı Namık Gedik Anadolu Ajansı’na Nevşehir’in il yapılacağını, Kırşehir’in de ilçe olacağını ve bu yeni kente bağlanacağını açıkladı.  İşte DP’yi 27 Mayıs 1960 ihtilaline götüren olayların başlangıcı olan Kırşehir olayı böyle patlak verdi.

Turan Güneş
Gerekli yasa tasarısı hemen hazırlandı ve komisyona gönderildi. O günlerde adı yeni yeni parlayan Kocaeli Milletvekili genç politikacı Turan Güneş (1974 Kıbrıs çıkarmasının ünlü Dışişleri Bakanı) söz alarak yasaya karşı sert bir konuşma yaptı. Oylamada birinci madde reddedildi. Menderes’e haber verildi. O da 25 milletvekili ile komisyona geldi ve tasarı kabul edildi.

Menderes ve Osman Şevki Çiçekdağ
31 Temmuz 1954’de Meclis’te görüşülmeye başlanan yasa tasarısını savunan zamanın Adalet Bakanı Şevki Çiçekdağ’a , Kırşehir Cumhuriyetçi Millet Partisi Milletvekili Osman Alişiroğlu “Nankör” diye bağırdı. Alişiroğlu “Nankör” demekte haklıydı çünkü Çiçekdağ da Kırşehirliydi. Daha sonra Kırşehir Milletvekili Osman Bölükbaşı kürsüye geldi, yasayı eleştirmeye başladı. Başbakan Menderes dinlerken sürekli gülüyordu. Bölükbaşı dönüp Menderes’e şöyle dedi: “Ben konuşurken Başbakan çok gülüyor. Temenni ederim ki bu hal Aydın’ın (Menderes Aydın milletvekiliydi) başına gelmez.” Konuşmalardan sonra yapılan oylamada 39’a karşı 285 oyla Kırşehir’in ilçe olması kabul edildi. Kırşehir’in ilçelerinden Kaman Ankara’ya,  Çiçekdağ Yozgat’a,  Mucur, Avanos,  kozaklı ve Hacıbektaş ilçeleri de Nevşehir’e bağlandı. İşte Türk demokrasinin kara bir sayfasını oluşturan bir ilin iktidar partisine oy vermediği için ilçe yapılmasının öyküsü böyle.

Kırşehir’in ilçe olarak kalması üç yıl sürdü. Demokrat Parti hatasını anlayarak, 12.06.1957 günü TBMM’de kabul edilen bir kanun ile Kırşehir’in yeniden il olması sağlandı. Ancak Avanos, Hacıbektaş ve Kozaklı  ilçeleri Kırşehir’den koparıldı.

27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra Ankara temsilcisi olarak Kurucu Meclis’e seçilen Osman Bölükbaşı, kendisine en büyük haksızlığı yapan devrin Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes’in idam kararına karşı çıkmıştır.

Mucur kazasının Geycek Köyünden Nebi oğlu Hasan: Kırşehir’in ilçe yapılma haksızlığını aşağıdaki destanda şöyle dile getirmiştir:

Elli dört  senesi bahar ayında                       
Vilayetti kaza oldu Kırşehir                        
Terakki yılları yirminci asırda                      
Açan bir gül idi, soldu Kırşehir.                  

Halimiz yamandır nasıl edelim
Derdimizi dostlar kime diyelim
Kemal Paşa yok ki kime gidelim
Sahipsiz arada kaldı Kırşehir.

Kırşehir de Muşkara’ya aralı                 
Kazaları birbirine sıralı                              
Bölükbaşı senden hesap soralı                   
Demirkırat öcün aldı Kırşehir.                    

Menderes bu dünya sana da kalmaz
Bir oy için Koca Kırşehir yanmaz
Adliye Bakanı Osman utanmaz
Öz evladın başın yardı Kırşehir.

Derdine bulunmaz asla bir çare
Kalbine ok değdi yüreği yare
Siyaset elinde oldu  bin pare
Bayar kin eyledi böldü Kırşehir.

Nebi oğlu Hasan

Kaynak:Araştırma

1 Mayıs İşçi Bayramı



Merhabalar,

Yine,  iflas etmiş ve insanlara ne huzuru ne de mutluluğu verememiş bir rejimin uygulandığı ülkelere ait liderlerin  posterleri ve kızıl bayraklar eşliğinde kutlanan 1 Mayıs’ı izlemekteyiz. Ülkemizde emeğe saygı duymuş ve bu uğurda bir insanın verebileceği en kıymetli varlığı olan canını bile esirgememiş hiç kimse yok mu da Marks, Lenin, Stalin, Mao vs. posterleri ve kızıl bayraklar eşliğinde 1 Mayıs  kutlanmaktadır.

1 Mayıs’ı siyasetten ve ideolojilerden temizlemek ve kurtarmak gerekir.  1 Mayıs İşçi bayramıdır, emeğin bayramıdır.  Siyasetin ve ideolojilerin bayramı değildir. Nasıl “Çanakkale” denilince tek yumruk ve tek yürek olabiliyorsak, 1 Mayıs denince de aynı şekilde milli ruhumuzu bu bayrama katıp tek yumruk ve tek yürek olabilmek için, onu siyasetten ve ideolojilerden kurtarmamız gerekmektedir. Aksi halde 1 Mayıs’lar hep böyle öksüz ve sadece siyasetin ve ideolojilerin elinde tutsak bir bayram günü olarak kalacaktır. 

Ben emekçiyim diyebilenlerin,  1 Mayıs İşçi Bayramı Kutlu Olsun!

Recep Altun