Murat Kitabı

Hacı Bayram Kitapçılar Eski Çarşısından Bir Görünüm

Merhabalar.

Bir gün, Ankara Altındağ ilçesi Ulus semtinde bulunan Hacı Bayram Camisine doğru, kitapçılar eski çarşısını gezmek için yola çıktım. Kitapçıların olduğu çarşıya doğru yöneldim ve iki katlı olan çarşının üst katına merdiven basamaklarından çıkarken sağ tarafta çarşının sonundaki kapalı bir kitapçı dükkanının önünde orta yaşlı hafif sakallı bir adamın elindeki Kur'an-ı açıp ayetler okuyup yine yanında kendisi gibi ayakta bekleyen kapalı giyimli bayana bir şeyler söylediğini gördüm ve bu hareket dikkatimi çektiği için, olduğum noktadan onları izlediğim kuşkusunu uyandırmadan dükkanlara bakıyor gibi yaparak, epeyce onları izledim. Her ikisinin de ürkek kuşlar gibi tedirgin ve aceleci bir halleri vardı.

Adam Kur'an'ı bir kaç kez daha böyle rast gele açıp açılan sayfalardan ayetler okuyup kadına yine bir şeyler söylemeye devam etti. Onlara biraz daha yaklaşıp adamın Kur'an sayfalarını nasıl açtığını ve ne konuştuklarını takip etmek istedim ama, onların ayakta durdukları yer, kitapçı dükkanları arasında geçiş yapılan ara yollardan uzakta çarşının sonu olan ve kapalı bir kitapçı dükkanın bulunduğu köşede olduğu için onlara yaklaşamadım. Bir müddet sonra bayan ayrıldı, adam da elinde Kur'an ile birlikte çarşının alt katına inmek için, en yakın yerdeki merdiven basamaklarını hızla inerek gözden kayboldu. 

Aynı olaya bir başka gün içerisinde ve aynı yerde ikinci kez şahit oldum. Bu sefer onlara yakın bir pozisyondaydım. Sakallı adamın Kur'an'ın sayfalarını açış şekli bir değişikti. Sayfaları açık kur'an-ı her iki eliyle birlikte pat diye kapatıyor tekrar sağ eli ile kitabın sayfalarından rast gele bir yeri damaklayarak açıyor ve açtığı yerden biraz okuyor, daha sonra kafasını Kur'an'dan biraz aralııyor, gözlerini kapatıyor,  kafasında bir şeyler kurguluyor ve yine kapalı giyimli bayana bir şeyler söylüyordu. Ancak ne konuştuklarını duymam asla mümkün olmadı. Bir müddet sonra daha önceki gibi, önce kadın ve ardından adam bulundukları yerden ayrılarak uzaklaştılar.


Ben artık olayı çözmüştüm. Bu hafif sakallı adam sorunları olan kişilere,  Kur'an ile fal bakarak onların öğrenmek istedikleri şeyleri söylüyordu. Bu tip insanlar hem geçmişten, hem de gelecekten haber verirler. Oysa gaipten kimse haber veremez. Gaybı bilmek Allah'a mahsustur. Bu adamın yaptığı resmen falcılıktı. Kur'an murat kitabı mı ki? Kur'an fal kitabı mı ki? İnsan Allah'tan korkar!.. 

İşin dahası var... İnşirah suresi ne niyetle okunursa, o niyet gerçekleşirmiş. Her akşam Asr suresi yine murat için, Vakıa suresi de geçim sıkıntısı için okunurmuş. Dinimizde böyle şeyler var mı Allah aşkına! Demek Kur'an hidayet için değil de, falcılık veya murat için mi indirilmiş?.. Yazık bu düşünce sahiplerine yazık!.. Kur'an-ı adeta bir murat veya muska kitabı haline getirdiler. Her ağzına gelen Kur'an hakkında bir şeyler söylüyor. Kimi şifre peşinde, kimi murat peşinde. Asıl amaç,  Allah rızası peşinde olan yok diyemeyeceğim ama, bir elin parmaklarının sayısı kadar az olduğunu söyleyebilirim.

Selam ve dualarımla
Recep Altun

Ölü Toprağı


Merhabalar.

Yaklaşık sekiz ay sonra tekrar internetime kavuşmak, beni biraz heyecanlandırdıysa da şunu açık yüreklilikle itiraf etmeliyim ki, hayal kırıklığına uğradım. Eski blog arkadaşlarımdan bayağı çekilenler olmuş. Bloglar arasında eskisi gibi paylaşma heyecan ve sevincini göremiyorum. Belki de ben biraz karamsar biriyim de bana öyle geliyor olabilir ki, inşAllah öyledir. Bloglar arasındaki paylaşma heyecan ve sevincinde bir değişiklik olmamış olsun da,  tek ben yanılmış olayım.

Bundan yıllar önce ilk blog sayfamı, bloğun ne olduğunu bilmeden 2008 yılında Blogcu'da açmakla birlikte ilk iki şiirimi de burada paylaşmıştım. İşte 8 yıldır blog faaliyetimi çeşitli blog platformlarında sürdürmekteyim. Blogger, benim favorim olan bir blog platformuydu ve ben de onun için hala buradayım.

Blogcu kendi ana çizgisinde yenilikler yaparak blog faaliyetine devam etseydi kaybetmeyecekti. Başka sosyal platformlarına benzeme özentisi Blogcu'ya kaybettirdi. Belki de Blogcu kendine göre kaybetmemiş olabilir, eskisine göre blog sayfalarına yerleştirdiği reklamlardan daha çok kazanıyor da olabilir ama, bence Blogcu kaybetti. Blogcu ne zaman çizgisinden ayrıldı, benim bildiğim en az 50 blogcu, o zaman Blogcu'daki faaliyetine son vererek Blogger'e geçmişti.

Aslında blogların değil, memleketin tadı tuzu kalmadı. Bu tatsızlık da hepimize yansıdığı için, üzerimize adeta ölü toprağı serpilmiş gibiyiz. Bir an önce bu uyuşukluktan kurtulmamız lazım. Aksi halde bu uyuşukluk halimizden yararlanmak isteyen aç sırtlanların başımıza büyük dertler açacakları kaçınılmazdır.

Cenab-ı Hakk, vatanımızı ve milletimizi her türlü felaketlerden korusun ve muhafaza eylesin inşAllah!..

Selam ve dualarımla.

Lambalı Radyo


Merhabalar.

Şimdiki radyolar gibi düğmesini açar açmaz hemen ses vermezdi. Bir müddet içinde bulunan triyot lambalarının flamalarının ısınmasını beklerdik. Hele istasyonlarını gösteren dikdörtgen cam panelin tam ortasında anahtar deliğini andıran şekilde tatlı yeşil bir neon lambası daha vardı ki, en çok ilgimi bu lamba çekerdi. Bu neon lambanın ışık vermeye başlaması ile birlikte ses de gelmeye başlardı. O an hangi dalganın istasyonuna ayarlı kalmışsa o istasyon yayınına bir müddet kulak verdikten sonra en sağdaki istasyon arama düğmesiyle diğer istasyonları aramaya başlardık. Tabi burası uzun dalga dediğimiz kanaldı. Orta dalgayı pek kullanmazdık. Uzun dalgadan sonra en sık kullandığımız dalga ise kısa dalgaydı. Kısa dalga üzerinden yapılan yayınlar dünyanın neresinden yapılırsa yapılsın her radyo alıcısının çekim alanına kadar ulaşabilen bir dalga modülüydü.

Fotoğraf karesinde Philips marka, 1950'li yılların kısa, orta ve uzun dalga istasyonları olan lambalı bir radyoyu görmektesiniz. Eskiler bilir; o zamanlar, memleketimizde sinema ve radyonun dışında başka bir sosyal medya aracı yoktu. İnsanların tek eğlencesi dışarıda sinema ve evlerde radyo idi. Fotoğrafını gördüğünüz radyonun aynısından bizim de vardı. Ama ne yazık ki çocukluk dönemimizde bir arızası yüzünden pabucu dama atılan bu radyonun içindeki hoparlörünü aldıktan sonra parçalayarak çöpe atmıştık. Yıllardır internet üzerinden eski lambalı radyomuzun benzerini aradım ve bulduğum fotoğrafını anılarıyla birlikte sizlerle paylaşmak üzere blog sayfamda yazmaya devam edeceğim.

İleride radyo yayınları ve hatıralarıyla ilgili paylaşımlarda buluşmak üzere, şimdilik hoçakalın.

Selam ve dualarımla
Recep Altun

Adını Dağlara Yazdım

Burdur Foto:Recep Altun
Merhabalar.
Geçen yıl,  9 Temmuz Çarşamba günü Burdur'daydık. Ramazan'dı ve seferi olduğumuz için oruç tutmaya 3 gün ara vermiştik. Aslında bir iş takibi için Isparta'ya gelmiştik. İşini takip ettiğimiz firma bizi Burdur'daki bir otele yerleştirmişti. Yukarıda yerleştiğimiz otelin balkonundan Burdur'un çekilmiş bir fotoğrafını görmektesiniz.

O gece sahur için çalınan davul ile zurnanın "Adını Dağlara Yazdım" türküsünü icra eden sesine uyanmıştık. Davul-zurna ekibi o gece  fotoğraf karesinde görülen apartmanın önünden camiye kadar ilerledikten sonra sağa dönerek gözden uzaklaşmıştı. Biz bu fotoğrafı sabah saat 07.40 sularında otelin balkonundan çekmiştik.

İnsanları gece sahura kaldırmak için kendi memleketimde sadece ya davul, ya da teneke çalarlardı ve davulun sesi hadi neyse kulaklara bir parça güzel gelirdi ama, ya o gürültü çıkaran tenekenin sesi kulaklarımızı tırmalardı. Ömrü hayatımda gece sahur vakti davul ile zurnanın birlikte icra edildiğine ilk defa Burdur'da şahit oldum ve o gece bu ekip "Adını Dağlara Yazdım" türküsünü o kadar güzel icra ediyorlardı ki, arkalarından yetişebileceğimi aklım kesseydi hemen fotoğraf makinasıyla birlikte aşağıya inip bu ekibi bir müddet videoya kaydedecektim. Ama en üst katında kaldığımız otel odasından, onlara yetişmem mümkün değildi. Ertesi günü işimiz gereği Isparta' da bir otelde kalmamız gerektiği için, Burdur' da ki sahur davul ekibini bir daha duymamız ve de görmemiz mümkün olmamıştı. Isparta'da kaldığımız otelin arka tarafına düşen oda pencereleri sadece yapılmakta olan bir inşaata bakıyordu ve kaldığımız odaya bırakın sahur davulunu, ezan sesi bile duyulmuyordu. 

Seferi olduğumuz için oruçlu değildik ama, akşam iftar yemeği için oruçlu olan fabrika müdürü, bizi o gün Burdur'da bahçeli bir restorana götürmüştü. Burdur'da beni rahatsız eden kesif bir kükürt kokusu vardı. Bu kükürt kokusu, sanki etrafımızda kömürle çalışan bir termik santrali varmış gibi, yanan pis bir linyit kömür kokusunu andırıyordu. Onun dışında her tarafı yeşilliklerle bezeli güzel bir yaz akşamında iftar etmenin zevkine diyecek yoktu. Bizden başka bir kaç masa daha vardı, ama onların, her akşam buranın iftar yapan müdavimleri oldukları davranış ve hareketlerinden belli oluyordu. 

İftardan sonra dinlenmek için otele döndüğümüzde, otel asansöründe karşılaştığımız bir Burdurlu kardeşimize beni rahatsız eden bu kükürt kokusunun nereden kaynaklandığını sordum. Onların böyle bir koku almadıklarını ve rahatsız olmadıklarını söyledi. Bir başka Burdur'lu, bu kesif kükürt kokusunun, gölü besleyen akarsulardaki suların barajlarda tutulması, yer altı suların sondaj kuyularıyla aşırı miktarda çekilmesiyle azalan göl suyunun, deniz suyuna nazaran 2 kat daha fazla tuzlu olması ve şehir atıklarından dolayı kirletilmesi nedenleriyle Burdur gölünden kaynaklanabileceğini hatta bu kirlenme yüzünden gölde yaşamaya adapte olmuş Burdur dişli sazancığı balığının bile neslinin tükenmekte olduğunu söyledi.

Isparta'da gece vakti biraz dolaştık ve gül ile yapılan kolonyalar, esanslar, kremler, reçeller vs. satış yapan dükkanların vitrinlerini seyrettik. İlgimizi çeken gül mamulü ürünlerden bir kaç parça hediyelik almıştık.

Her ne kadar Burdur, Isparta yüzünden gelişmemiş ve köhne kalmış bir şehrimiz olsa da beni o gün rahatsız eden o kükürt kokusuna rağmen, Isparta'dan daha çok ilgimi çeken bir ilimiz olmuştur. İmkan ve fırsatını bulduğum da Ramazan ayına isabet eden bir yaz günü yine Burdur'a gidip o bahçeli restoranda bir iftar yemeği daha yedikten sonra, sahur davulcularının icra ettikleri o güzel türküleri dinlemek üzere  onlara iştirak etmek isterdim.

Selam ve dualarımla.
Recep Altun

Saatli Bomba

Metsamor Nükleer Santralinden Bir Görünüm
Merhabalar.

Binlerce kişinin ölmesine ve sakat kalmasına neden olan Çernobil ile aynı teknolojiye sahip olan Ermenistan'ın Metsamor Nükleer Santrali 1977 yılında Sovyetler birliği tarafından Iğdır ilimize 16 km. uzaklıkta kurulmuştur. 

Metsamor Nükleer Santrali, Sovyetler Birliği döneminde inşaa edilen en güvensiz ve en fazla kaza yaşanan santrallerden biridir. Söz konusu santralin bulunduğu Hoktamberyan şehrinin Ağrı Dağı fay hattında bulunmasından dolayı dönemin Sovyet bilim adamları, santralin bölgede kurulmasının büyük tehlike arz edeceğini belirtmeleri ve bölgenin ana su kaynaklarına radyasyon karışımı riskinin yüksek olduğunu ifade etmelerine rağmen reaktör inşa edilmiştir.

Ermenistan, 30 yıllık ömrünü çoktan tamamlamış ve güvenlik nedenleriyle tartışılan  bu saatli bombanın işletim süresini 2026'ya kadar onayladı. Bu ne demektir? Burnumuzun dibinde her an patlamaya hazır Çernobil gibi bir saatli bomba var demektir. Geçmişte yaşanan kötü tecrübelere göre birçok saygın kurum tarafından dünyanın en tehlikeli nükleer santrali olarak gösterilmesi ve acilen kapatılması gerekliliğinin sık sık vurgulanmasına rağmen, Metsamor halen faal durumdadır.

Metsamor Nükleer Santralinin Coğrafi Görünümü

Ermenistan ise, tüm dünyadan gelen tepkileri dikkate almamakta ve bu konuda verdiği taahhüdü  de yerine getirmemektedir. Üretime başlamasının ardından ilk 10 yılda 150'den fazla kaza geçirdiği söylenen bu santralin derhal kapatılması gerekmektedir. 

Çernobil gibi yaşanacak bir nükleer felaketi daha kaldıracak güçte olmayan ülkemizi de tehdit eden Metsamor Nükleer Santralindeki tehlike çanlarının bizler için de çaldığının şuur ve bilincinde olarak; söz konusu santralin bir an önce kapatılması için, tepkilerimizi göstermenin ülkemize bir vatandaşlık borcu olduğunu unutmayalım.

Selam ve Dualarımla.
Recep Altun