Gaz Lambası


Nuh Nebi’den evvel kullandığımız aydınlatma gereçlerimizden biri olan gaz lambası, her ne kadar günümüzdeki lambalar kadar iyi ve güzel aydınlatmasa da o günler çirkinliklerin, kötülüklerin şimdiki kadar yaygın olmadığı ve barınamadığı, her şeyin çok güzel olduğu huzurlu günlerdi.

60 cm. kalınlığındaki kerpiç duvarlı evlerimizin ahşap pencere ağızlarında, ya da duvarda asılı şekilde; odalarımızı, ders çalıştığımızda masa üzerinde kitap ve defterlerimizi aydınlatan gece güneşimiz ve tek aydınlatma gerecimizdi. Bu gaz lambasının ışığında ne kadar mutlu ve ne kadar huzurluyduk!..

Onların da kendine göre 7 numara, 14 numara gibi boyutları vardı, numara büyüdükçe lambanın haznesi, başlığı, fitili ve şişesi de büyürdü. Büyük lambalar haliyle daha kuvvetli aydınlatırdı. İçine gaz yağı konulan yuvarlak bir cam haznesinin orta kısmı çukur alt ve üst kısmı çıkıntılı imal edilmişti. Ortadaki çukur kısmına bir metal çember dolanır, bu çembere bağlı iki dik metal çubuğa geçirilmiş yuvarlak bir yansıtma levhası olurdu. Bu levha; kimilerinde aynalı, kimilerinde sadece sac levhadan olurdu ve lambanın arka tarafına ışığı vermez, güya ön tarafa doğru yönlendirerek daha kuvvetli bir aydınlatma sağlardı. İçine gaz konulan şişe haznenin üst tarafında tam ortasında vida yataklı yuvarlak bir çıkıntı olurdu. Bu çıkıntıya içinden fitil geçirilmiş lamba başlığı monte edilirdi. Fitil yanarak bittikçe, fitili ısıran bir dişli çark vasıtasıyla fitil içeri ya da dışarı çıkartılarak en iyi yanma ve en iyi aydınlatma sağlanırdı. Lamba şişesi: alt ağız kısmı lamba başlığındaki metal kasnaklı yuvaya oturacak şekilde yuvarlak, yukarıya doğru bombeli ve uca doğru daralan bir huni şeklinde camdan imal edilmiştir. Kullanıldıkça iç yüzeyi islenir ve nemli bir bezle ovalanarak bu is temizlenirdi.

Kimi evlerimizde de duvarda asılı ahşaptan bir lambalık olurdu ve gaz lambası bu lambalıkta muhafaza edilirdi. O zamanlar bu lamba şişesinin de kanaviçeden işlenmiş bir süslü giysisi bile olurdu. Nasıl sehpaların üzerinde kanaviçe işlenmiş örtüler varsa, aynı onlar gibiydi. Yanan lambanın fitilini fazla dışarı verdiğiniz zaman hem randımanlı bir yanma ve aydınlatma olmazdı hem de lamba şişesini islendirirdi. Tam yanma ve aydınlatma fitil daha çok lamba başlığının içinde kalır ve en fazla başlığı 5 mm. Yukarı geçerdi. Daha az aydınlatma sağlanacaksa fitil, fitili ısıran dişli çarka bağlı yuvarlak hareket kolu ile lamba başlığının içersine doğru alınırdı. Tamamen söndürüleceği vakit lamba şişesinin en uçtaki ağız boşluğundan üflenerek söndürülürdü. Sönen lambadan hemen bulunduğu yere çiğ gaz kokusu salgılanır, zamanla bu koku azalırdı. Bu kokudan rahatsız olanlar, lambanın söndürüleceği zaman, lambanın söndüğünde, yanmamış rahatsızlık veren çiğ gaz kokusunu teneffüs etmemek için gaz lambasının dışarıda söndürülmesini isterlerdi.

Gaz lambası, insanlarımızın dikkatsizliği yüzünden, zaman zaman ufak tefek yangınlara da sebebiyet vermiştir. Belki çok büyük yangınlara da sebep olmuş olabilir ama ben yaşım itibarıyla çevremde olmuş böyle bir yangın hadisesi hatırlamamakla birlikte mutlaka olmuş olabileceğini, atalarımızın: “Olmuş çok da, duyulmuş yok” sözüne bağlıyorum.

Akşam evde ince işle uğraşanlar gaz lambasını yerinden alır, işi yaptığı yakın bir yere yerleştirirdi. İş yapmayanlar için ışık o kadar önemli değildi. Eğer çocuklar ev ödevlerini yapacaklarsa, o zaman gaz lambası çocukların ders çalıştıkları ahşap masanın üzerine alınırdı. Gaz lambasının etrafında olanların baş, kol ve el hareketlerinin gölgeleri duvarlara yansırdı. Hatta bazı geceler el ve parmak hareketleriyle gölge oyunları bile oynardık. En iyi gölge oyununu icra edenin yaptığı bu gölge oyunları büyük bir keyifle hep birlikte seyredilirdi.

Gaz lambası odanın pencere ağzında olduğu zamanlar, perdesi çekilmemiş pencere camları siyah ayna gibi olur ve lambanın önünde duran her nesnenin siyah beyaz görüntüsü cama düşerdi. Muzip çocuklar, lambayı çene altları hizasında tutarak çene altından vuran ışık ile korkunç bir yüz görünümü sağlardı, bu görüntü de cama düşer ve “dışarıda pencerenin önünde öcü var” diye birbirlerini korkuturlardı. Çocukların birbirlerini korkutmamaları için, evin ahalisi ahşap pencerenin üst tarafında iki küçük çivi arasına gerilmiş bir ipe takılı beyaz renkli perdelerini devamlı çekili tutarlardı. Gaz lambası şişesinin en uç kısmı dar olduğundan dolayı yanan gazın ısısı burada odaklanır, lamba şişesinin en uç kısmına tutacağınız her nesne ısınma yoğunluğuna göre alev alarak yanmaya başlardı. Kalın bir cisimle lamba şişesinin ağzını kapatırsanız, cam şişe içindeki hava çabucak tükeneceği için fitil is çıkararak yanmaya daha sonra da sönmeye başlardı. Gaz lambası yangın çıkarmaya meyilli bir gereç olduğu için asla tek başına bırakılmaz, onun yandığı her yerde mutlaka ona göz kulak olan bir kişi bulunurdu. O, yanar halde asla tek başına bırakılarak, ya da terk edilerek bir yere gidilmez, mutlaka söndürülürdü. Aksi halde yangınlar kaçınılmaz olurdu.

Gaz lambasını tanıyan ve onu kullanan bizler; her ne kadar şimdiki modern aydınlatma gereçleri gibi bir aydınlatma sağlayamıyorsa da, biz bu emektar lambanın kullanıldığı günlerden çok memnunuz. Aslında bu memnuniyet; doğrudan gaz lambasına bağlı bir memnuniyet olmamakla birlikte, onun zamanındaki yaşanmış güzellikler ile huzura olan özlemden kaynaklanan memnuniyettir.

Recep Altun 

Sap Palas


1984 yılı Temmuz ya da ağustos ayı içerisindeydi. Necati Kunç Almanya’dan izinli gelmişti.  Bekçi Şakir’in oğlu Muammer Bulduk ve Cesari Mehmet’in oğlu Tuncay Değirmencioğlu ile birlikte Tuncay’ın Kırşehir yolu üzerinde Darıözü mevkinde bulunan meşhur Sap Palas’ına gitmiştik. Ağzınıza layık orada çok güzel bir piknik yapmıştık. Bu piknikle ilgili Necati Kunç tarafından çekilen fotoğrafımız yukarıda görülmektedir. Üzerinde kahverengi süveteri olan Tuncay, ortadaki Muammer ve onun yanındaki de Recep.

Tuncay, verimli ve kanal sulamalı bu tarlasına fasulye ekerdi. Çevredeki arpa ve buğday tarlalarının biçilmesi sonucu başaklardan kalan saplarla kendine tarlasının her tarafını gözetebileceği yüksekçe bir yere içinde misafirlerini de ağırlayabileceği büyüklükte bir alaçık (*) yapmıştı. Alaçığını da, telis torbalara bastığı saplarla minder ve yastık yaparak döşemişti. Bu nedenle buraya “Sap Palas” ismini vermiştik.

Necati Kunç, bize resmi Almanya’dan postaladığında, kartın arkasına 03.09.1984 tarihini atmış. Bu tarih, muhtemelen resmi bize gönderdiği tarih olabilir. İşte, o günler sanki hiç yaşanmamış gibi yalan oldu gitti. Elimizde kalan bu fotoğrafa bakarak; yalan olan o günleri, hafızalarımızdaki kalan izlerinden tekrar yaşamanın tadına varıyoruz.

(*) Alaçık: Üzeri dal veya hasırla örtülen çoban evi, tarla, bostan, bağ kulübesi, çardak.

YazBlogcu

Hayat Ne Garip Bugünlerde


Hayat ne garip bugünlerde; Mallarımız arttı, keyfimiz azaldı!.. Daha büyük evlerde kalıyoruz ama daha küçük ailelerde yaşıyoruz!..  Konforumuz arttı ama zamanımız daraldı!..

Diplomamız bol ama sağduyumuz az!.. Uzmanlıklar arttı ama sorunlar çoğaldı!.. İlaçlar çoğaldı, hastalıklar arttı!..  Sorumsuzca para harcıyoruz, a...ma az gülüyoruz!..

Trafikte çok hızlıyız ama çabuk parlıyoruz!.. Akşam geç yatıyor, sabah yorgun kalkıyoruz!.. Az kitap okuyor, çok televizyon seyrediyoruz!.. Varlığımızı arttırdık ama değerlerimizi yitirdik!.. Çok konuşuyor ama az gönül veriyoruz ve bol yalan söylüyoruz!..

Para kazanmayı öğrendik ama yuva kurmayı beceremedik!.. Hayata yıllar ekledik, yillara hayat katamadık!.. Ay' a kadar gidip dönmeyi biliyoruz ama komşumuza geçmek için karşıya geçmiyoruz!..  Uzaya ulaştık ama ruhun derinliklerine inemiyoruz!.. Havayı temizledik ama ruhları kirlettik!..

Atomu parçaladık, önyargılarımızı yıkamadık!.. Çok yazıyor ama az gelişiyoruz!.. Daha çok plan yapıyoruz ama daha az sonuç alıyoruz!.. Acele etmeyi öğrendik ama sabırlı olmayı asla!.. Gelirimiz arttı, karakterimiz zayıfladı!.. Tanıdıklar çoğaldı, dostlar eksildi!.. Çabalar arttı ama mutluluklar azaldı!..

Bilgisayar ağları kuruyoruz, bilgi otoyolları inşa ediyoruz ama kendi aramızdaki iletişimde zorlanıyoruz!.. Dünya barışı der, silahlanırız!.. Daha mutlu olmak için somurtarak çalışırız!..

Yani bugünlerde; Eve çift maaşın girdiği ama çiftlerin boşandığı!.. Güzel evlerin yuva olamadığı!.. Kısa seyahatlerin, kağıt mendil gibi ilişkilerin; Yıka çık gönüllerin, tek geceliklerin!.. Kilo dertlerinin ve her derde deva vitaminlerin!.. Vitrinlerin dolu ama gönüllerin boş olduğu; Günlerde yaşıyoruz!..

Kaynak: Asker Arkadaşım Erol YILMAZ'dan alıntıdır.

Türkiye Güçlü Bir Devlettir!


Bölgesindeki Güçlü Türkiye'yi Bataklığa Sürüklemek İsteyenlerin Oyunlarına Gelip Onları Sevindirmeyeceğiz!..

Haydi Türkiye, elele Verip, Birliğimizi ve Gücümüzü Gösterme Zamanıdır...

Bir Evin Hikayesi

1954 yılında inşa edilen, çocukluk anılarımızın ve çok güzel günlerimizin geçtiği evimiz; açık pazar yeri yapılmak üzere, 1986 yılında belediye tarafından istimlak edilmek suretiyle yıkıldı. Kim ne derse desin bu istimlak işi bizi çok üzdü. Hatta o kadar çok üzdü ki, rahmetli annemin "İSKEMİK kalp hastalığına" yakalanmasına ve iki yıl sonra da vefatına sebep olan olaylardan biri diyebilirim. Biz kimseye bu konuda ne şikayetlendik ne de sızlandık.


Bir evimiz değildi ki istimlak edilen; daha önce de Darıözü mevkiindeki arazimiz, Devlet Su İşleri tarafından istimlak edilmişti. Ama o istimlak işi bizi o kadar üzmemişti. Neden mi? Çünkü orada başı boş akan bir su vardı ve bu suyu bir bentle bağlayarak daha aşağıdaki tarım arazilerinin sulanması için sulama barajı yapılması gerçekten doğru bir işti. Ama pazar yeri yapmak için kimseyi yuvasından etmeden pazar yeri sorununu çözüme kavuşturacak ilçe merkezinde o kadar büyük, atıl, metruk başıboş ve ihtilaflı araziler vardı ki, pek ala bu araziler açık pazar yeri olarak istimlak edilerek, ihtilaflı arazi sahipleri de memnun edilir, hatta hayır duaları bile alınabilirdi... Tabi ah almak varken, neden hayır duası alınsın ki..!

Sabah güneşi, tadilat öncesi mutfağımızı, antremizi ve salonumuzu selamlar, güneydeki tek penceremizden içeri ışığını ve sıcaklığını bırakır, güney batıdaki odalarımızı da aydınlatıp ısıttıktan sonra batardı. Mevsimleri bile dolu dolu yaşadık. Yazımız yaz, kışımız kış, baharımız da bahardı. O günler bir bambaşka idi...

Hani şu zaman tüneli denen makine gerçekten olmuş olsaydı, o günlere dönerek o güzelim hatıraları dolu dolu tekrar yaşamak için her şeyimi feda ederdim.

Evimizin damı daha önce kara toprakla örtülüydü, her sonbahar bir at arabası toprak gelir, gelen bu toprağı damın başına kurduğumuz bir makara yardımıyla ipe bağlı kovalarla çekerdik. Daha sonra çekilen toprak dama yayılır tuzlanır ve zuvak dediğimiz silindirik ağır bir taş kütlesi ile pekiştirilirdi. Buna rağmen, yağışlı havalarda damın akmasına mani olamazdık. Yıllar sonra evin damına ahşap çatı kurularak üzeri kiremitle döşendi de evimiz de biz de yağmur ve kar sularının başımıza akmasından kurtulmuştuk.
İçinde elma, kayısı, erik, akasya, söğüt vb. ağaçlar ile bezeli çok güzel bir bahçesi olan evimiz o kadar güzeldi ki, tarif edemem. Belki bir başkası dışardan baktığında beğenmeyebilirdi... Ama o bizim kirpinin: "pamuğum" diye sevdiği yavrusu gibiydi. Üst ve alt katının planı aynı idi. Ancak, alt katı büyük ya da küçükbaş hayvan beslemek için düşünülmüş ve ahır olarak isimlendirdiğimiz bir yapı tarzında idi. Tabi o zaman büyük yada küçük baş hayvan beslemek için düşünülmüş ama, asla ne küçük ne de büyükbaş bir hayvanın kurban bayramı öncesi hariç giremediği ahırımız; benim sinema tutkuma salon ve evin diğer odun, kömür, gazel gibi ihtiyaçlarının barınağı olmaktan başka bir işe yaramamıştı.

Taş merdivenlerle üst kata çıkılırdı. Merdiven basamaklarının bitiminde ayak dönecek kadar bir sahanlıktan sonra metal profil kapıdan içeri girdiğinizde sizi yine kuzeyi ve doğusu metal profil camekanlı camlı bir balkon karşılardı. Kuzeyinde, sol tarafta bulunan bir topal pencereli ahşap kapıdan içeri girersiniz. Doğusu cephe duvarı ile çevrili uzun ve dar bir salonun batısında iki büyük oda ve salonun güneyinde de sonradan ahşap malzemeden bölme küçük bir odası vardı. Evin üst katının müştemilatı bundan ibaretti. Odaların kapıları Arnavut Doğrama diye tabir edilen ahşaptan yapılıydı. Taş merdivenlerden aşağı indikten sonra giriş holünden sağa döner bahçeye inilirdi. Üst kattaki balkonun altı, alt katın giriş holüne çatı görevi yapardı. Avludan batıya doğru devam ettiğinizde yine ahşaptan yapılmış çatal kapıdan geçerek dışarı yola çıkılırdı. 

Taş merdivenlerden indikten sonra, sol tarafa döndüğünüzde ise, güney cephesindeki ihata duvarı ile evin güney cephe duvarı arasındaki geniş bir patika geçitten evin çevresi dolaşılırdı. Evimizin kuzeyi ve batı tarafı yol, doğu ve güneyi ise komşularımızla çevriliydi. Komşularımız da çok iyi insanlardı. Güney doğumuzda Battal Çavuşun Rıza'nın çocukları ve Kuyrukçu Gazi'nin evleri vardı. Güneyimizde Eşekçi Hasan'ın evi vardı, kuzeyimizde annemin amcası Çolak Mehmet ve annesi Zeynep ebemin evleri vardı. Batı tarafımızdaki evimizin önünden geçen yolun karşısında Patalaçların Nuru, Meri'nin İhsan ve Nazir'lerin Ramazan'ın evleri vardı. Bahçenin kuzey doğu tarafına sonradan yufka ekmek yapmak için tandırlık olarak isimlendirdiğimiz bir göz yerden ibaret üzeri çatı kaplı yerimiz vardı. Orada komşularımız da dahil yufka ekmeklerimiz yapılırdı.
Bizim mutfağımızda o mübarek yufka ekmeğin yeri bambaşkadır. Yufka ekmeği yapmak için bir hafta önceden tandırlık kaydı görülür. Tandırda yakılacak gazel, saçkı, saman temin edilir ya da marangoz atölyelerinden talaş getirilir. Eskiden su değirmenlerinde öğütülen unun yerini tabi fabrikasyon un değirmenlerinde öğütülen un'lar almıştır. Yufka ekmeği açmak için ekmek tahtaları, oklavalar, hamur yoğurmaya kap kacak ve zemine, yerlere dökülen ve ayak altında kalmasın diye geniş ve uzunca birbirine ulanarak bez parçalarından dikilmiş itaa bezi serilir. Ekmeğe katmak için çömleklerde kaya tuzları ıslanır ve yufka ekmeği yapacak olan kadın yevmiyecilere önceden haber verilirdi. Bu hazırlığın sonrasında yufka ekmeğin yapılacağı gün gece saat üçte kalkılır. Yufka ekmeği yapacak yevmiyeciler evlerinden toplanır ve besmele ile saat dörtte yufka ekmekler açılmaya ve tandırda yanan ateşin üzerindeki yuvarlak metal saç üzerinde pişirilmeye başlanır. Metal sacın üzerinde incecik açılmış olan yufka ince, uzun ve bir sert ağaç sürgününden, genellikle iğde ağacından yapılır, pişirgeç olarak isimlendirdiğimiz çubukla döndüre döndüre pişirilir. Pişen yufkalar yine yuvarlak sofra sinileri üzerine istiflenirdi.

Eskiden bir mahallede yufka ekmek pişirildiği zaman kokusu o yöreyi sarardı. Kilometrelerce uzaklardan pişen hamurun kokusu alınırdı. Şimdilerde yine yufka ekmek pişirenler oluyor ama, kokusu ancak tandırın önünden geçerken alınabiliyor. Sebebini siz düşünün.


Ben kendimi bildim bileli bu evimizi hatırlarım. Daha öncesini hatırlayamam. Burası benim ilk göz ağrım ve ilk mekanım. Kelimenin tam anlamıyla burası benim sarayım, köşkümdü... Evimizin alt katının doğu cephe duvarında pencere yapılmak üzere bırakılan boşluğa nizami penceresi yapılmamış ve sonradan ahşap tahta parçaları ile aralıklı olarak kapatılmıştı, tahta aralarından sızan sabah güneşi, yufka ekmek yapmak için kullanılmak üzere güzün bahçeden süpürülen ağaç yaprakları (gazel) ile tarlalardan toplanan samanın yerleştirildiği bölümü aydınlatırdı. Ben de sabah kahvaltısından sonra ahır diye adlandırdığımız alt kata iner sinema ile ilgili tutkumu yaşardım. Bir ayna parçası, bir metre kare büyüklüğünde beyaz bir bez parçası, önünde plastik bir merceği ve arkasında 35 mm. film karesinin yerleştirildiği yuvası olan olan plastik filim marinası ve ilçemizdeki sinema salonunun makinist odasından dışarı atılan film kareciklerinden ibaret olan malzeme kutusunu çıkarır. Çok sevdiğim sinema makinistliği hevesimi gidermeye çalışırdım. Bu benim çocukluğumdaki en büyük buluştu. Kimin aklına gelirdi ki, plastik film makinesinin arkasından güneş ışığını bir ayna marifetiyle yönlendirerek, film karesindeki görüntünün plastik mercekten 4 metre ilerdeki beyaz bir bez parçasına kocaman aksını düşürmek. Şu zamanda o eski oyuncak plastik film aparatını bulamazsınız ama, herhangi bir mercek ile çok rahat bu işi güneş gören evlerinizde içeriyi karartarak deneyebilirsiniz. O zamanki makinistler kuvvetli güneş ışığının böyle bir işi yapıp yapamayacağını acaba hiç düşünmüşler miydi ki?
Bahçenin kuzey tarafındaki, ince patika bir yola sınır teşkil eden taş malzeme ile yapılan bahçe duvarımız vardı. Buradan yukarıdaki mahalle çeşmelerinin atıl sularının aktığı bir öz vardı, yağmur yağdığında biraz daha fazlalaşırdı. ilçenin Ömerhacılı Beldesine giden ve biraz aşağıda Cuma Mahallesine doğru Manıca Çeşmesine inen yol görünürdü. Akşamları bahçeye gelir, buradan gelip geçenleri seyrederdim. Bu bahçe duvarının ardında görünen insan koşuşturmalarının seyri bile bir başkaydı. Sağ-Sol kavgalarında yukarıdaki İstiklal kahvesinden kaçarak inen öğrenciler ve gençler, akşam evine nafakasını götüren insanlar ve aşıklar... Bu duvarın ötesinde görülebilen yaşamın en güzel yanlarıydı..
Malzemelerinden istifade etmek için, evimizi kendi ellerimizle yıktık. Çatısını, ahşap malzemelerini, kapı ve pencereleri ile taşlarını tek tek kendimiz söktük. Çünkü takdir edilen istimlak bedeli ile değil yeniden bir ev yapmak kümes bile yapamazdık!


Ailece imece gibi çalışarak, belediye tarafından sembolik bir ücretle satışı yapılan arsaya yeni evimizi inşa etmeye başladık. İnşaatı yeni ve eski malzemelerle birlikte biraz da borçlanarak tamamladık. Bu evinde kendine göre unutulmaz anıları var ama, asla ne eski evimizin yerini tutabildi, ne de bize o eski evimizi unutturabildi...

Recep Altun

Bu Vatanın


Eli kalem tutan, vefasız bir aydını olana kadar,
Keşke, dağlarında vefalı bir çobanı olsaydım bu vatanın
Belki o zaman kadrini bilirdim
Bu topraklar altında binlerce kefensiz yatanın.

Bu vatanın öyle şanlı bir tarihi var ki
Yazıklar olsun onu üç kuruşa satana
Bu vatanın öyle bir mukaddesatı var ki
Yazıklar olsun, onu hiçe sayana.

Şu topraklar için akıtılan kanları
Kimse görmezden gelip, hiçe sayamaz
Bir nebze, tarihimize saygımız varsa
Kimse, bu vatana hainlik yapamaz!

Herkes, öyle güzel peğelden kesiyor ki
Kimse, kimseye bırakmıyor mangalda kül
Durup dururken, ne var? Aşık diyeceksiniz!
Doğru ya (!) Ortada ne yumurta var, ne de hol...

YazBlogcu

Sarıuşağı Mahallesi


Bu mahalle benim ebe, dede yadigarım,
Çelik, çomak, oyunlarını burda oynadık.
Sarıuşağı benim her şeyim, ilk göz ağrım.
Bahçelerinden ilk kayısıyı burda tattık.

Sağ taraftaydı Karahabalı Şuayıb’ın evi,
Etrafı yüksekçe bir duvarla çevriliydi
Bizi ne duvar, ne de bir taş engellerdi,
Kafaya koyduk mu, dinlemezdik Veysel’i.

Dalardık o yüksekçe duvardan bahçeye,
Elmalar, erikler, kayısılar dolardı ceplere,
Halimiz haraptı yakalandık mı Veysel’e!
Çok kol kanat kırdık, bu bahçenin hevesine.

Tatar İzzet’in evi hemen yanı başımızda,
Bir armutları olurdu bahçesinde suluca,
Göz gördü mü, iştah ferman dinlemezdi,
Bizi, kimse yenemezdi, emmimden başka.

Akşam olunca çeşmeye iner kadınlar, kızlar,
Bizi gördüler mi, suya inenlerin içleri sızlar,
Yine geldi derlerdi, testi kırmaya haylazlar,
Bir testinin uğruna okşanırdı, yaramaz başlar.

Gençler, ellerinde tokmak halka olur dibeğe,
Kaynatılmış ve kurutulmuş buğdayı dövmeye,
Tokmağın biri iner, biri kalkar güm güm, dibeğe,
Tüm bu telaş sofradaki bulgur pilavını yemeğe.

Güz geldi mi, başlardı ahali kışa hazırlanmaya,
Bağlar bozulur, üzümler kesilir, atılır şıranaya,
Çemrenirdi ayaklar, üzümden şıra çıkarmaya,
Koşardı çocuklar, bozulan bağları başaklamaya.

Bu mahallenin hikayesi sığmaz böyle dört satıra,
Her yaramaz çocuk bağlanırdı akşamları hatıla,
Daha neler var anlatsam gülersiniz katıla katıla,
Yine bir ara oturacağım, sizlerin başını ağrıtmaya...

YazBlogcu

Yorgun Gönlüm


Denizin evcilik oynayan karanlık sularında
Dolunay parçalanır küçük dalgalarında
Geceye ninni söyleyen sazların koynuna
Yorgun gönlüm usulca sokulmak istiyor.

Mehtabın ışığında yol alırken gönlüm
Gecenin sessiz limanına sığınmak istiyor
Hafif rüzgarla sallanan dalgalı suların
Bir beşik gibi üzerinde sallanmak istiyor.

Dalgalar, sazlarla el ele, susmasın bu ninni
Sular durulmasın, sallansın bir beşik gibi
Güneş doğmasın, bu güzel mehtabın üstüne
Gönül bu gecenin içinde huzura ermek istiyor.


Recep Altun

İsrail Zulmü


Varın gerisini siz düşünün!..

Çocukluğum


Bacağımda süvarili pantolonum
Ayağımda kilteli naylonum
Elimde kamçım
Önümde dönüyor zerdali topacım.

Ne plastik oyuncaklarım
Ne de tetikli tabancam
Bir tahta parçasından yonttuğum,
Belimdedir kabzalı kamam.

Yalığım yoktur benim
Kolumdur mendilim
Elma iki ısırıklıktır
Nerde şimdiki gibi dilim dilim.

Nalbur telinden, arabamın şasesi
Ayakkabı kutusundandır kasası
En kolay tekerlekler terzi makarası
Çocukluğumun bu en güzel arabası.

Çelik çomak oynadım sokaklarda
Her gün  kafam kırılırdı kavgalarda
En keyiflisi, sürmekti düveni harmanda
Ne güreşler tutardım, minder gibi samanda.

Biliyordum sanki, yoktu bunun tekrarı
Doya doya yaşadım, ben tüm bunları
Şanslı olan kim,  ben mi? 
Yoksa, şimdiki çocuklar mı?..

YazBlogcu