Ahır Sekisi İstanbul Türküsü


Yunanistan kendi sınırları içindeki göçmenleri çırılçıplak soyarak zorla Türkiye'ye sürüyor. Biz de Edirne sınırında bulunan bu yasa dışı düzensiz göçmenleri ülkemize kabul etmek, onlara ilk yardımı yapmak ve insani ihtiyaçlarını karşılamakla gurur duyuyoruz. Tabi bizim halimiz vaktimiz yerinde, yardım yapacak yer bulamıyoruz. Ülkemiz güllük gülistanlık ya!..

Yasa dışı bu düzensiz göçmenleri neden biz kabul ediyoruz? Bize madalya mı verecekler? Yoksa, bu göçmenlerin her türlü insani ihtiyaçlarının karşılanması için para mı verecekler? Her ikisini de vermeyecekler. Kim ne derse desin. Ne Suriye'den, ne Yunanistan'dan, ne Irak'tan ve ne de Afganistan göçmen kabul edilmesine şiddetle karşıyım. Atalarımızın bir sözü vardır, "acıma, acınacak hale düşersin" diye!.. 

Hele de Yunanistan'ın yaptığı bu zorbalık kabul edilebilir bir şey değil. Yunanistan'ın sınırımıza sürdüğü göçmenleri biz de geri onların sınırına sürelim ve bu göçmenleri asla ülkemize kabul etmeyelim. Tarih boyunca, hep mazlum milletlere ve devletlere kucak açmak zorunda mıyız? yeter artık! Açlıktan nefesimiz kokuyor, haberimiz yok. Ahır sekisinde oturup, İstanbul türküsü çağırmaya bir son verelim artık!..

Bu öfkeli ve isyankar çıkışımı ne olur bağışlayın. Benim isyanım ve öfkem göçmenlere değil; Yunanistan ile Türkiye'dir.

Sosyal Medya



Kimliklerimiz önce aile sonra eğitimle şekillenir. Kişiler normal yaşamlarında karar alırken, ya da bir söz sarf ederken oluşturdukları kimliklerinin, adlarının zedelenmesini istemezler. Bu nedenle de dikkat ederler. Ancak sosyal medya kimliksizleşmeyi öne çıkardı. Kimliksizleşme ise insandaki kötü duyguları tetikledi. Bunu bir örnekle açıklamak gerekirse: Ben Recep Altun olarak normal hayatta yapmayacağım ya da yapamayacağım yorumları sosyal medyada “anonim” bir isimle ya da takma isimlerle rahatlıkla yapabiliyorum. Bu durumu ayrıca şöyle özetleyerek açıklık kazandıralım. Hiç küfretmeyen birinin tribünde, o kalabalıkta, rahatlıkla küfretmesi gibi. 

Sosyal medyada herkes böyle “anonim” ya da takma isimlerle değil, kendi profilleri üzerinden de acımasız eleştiriler yöneltebiliyor. Acımasız yorumlar yapanların çoğunluğunun cesaretlerini ise kıskançlık ve hasetliklerinden aldıklarını söyleyebiliriz. Hasetlik ve kıskançlık iki farklı kavram olup, çoğu zaman bu iki kavramı birbirine karıştırırız. Lafı fazla uzatmadan hemen bu iki kavramı kısaca tanımaya çalışalım. Kıskançlık daha çok "onda var, bende de olsun", hasetlik ise, "ben de yoksa, onda da olmasın" şeklindedir. Bu iki kavram, hemen hemen hepimizde az ya da çok vardır. Kimilerimizde normal boyutlardadır, kimlerimizde ise hastalık boyutundadır. Hastalık boyundaki hasetlik ve kıskançlık çok tehlikeli olup, kişileri telafisi mümkün olmayan sıkıntılara sokabilir.

Kişi kendi öz değerini yetersiz ve çirkin buluyorsa, karşısındakini de öyle görüyor. “Bak aslında sen de güzel değilsin…” şeklinde düşünerek bir nevi kendini rahatlatıyor. Öz benlikleri gelişmemiş, değersizlik duyguları ve kompleksleri olan insanlar hakaret ederek, “o da benim gibi hissetsin ki ben yalnız hissetmeyeyim” kaygısı ile hareket ederler. Hakaret ettiği kişi nasıl olsa arkadaşı değil, onun çevresinden değil. Kendi sosyal medya ortamından dışlanma riski de yok! İsmini kamufle etmeden kendi profiliyle bu işi yapsa da bu durum kişiyi kimliksiz yapmaktadır. Sonuç olarak öyle ya da böyle sosyal medyanın, kişileri kimliksiz yaptığını söylemek mümkündür.

Dine Karşı Din


Sizleri İranlı yazar Ali Şeriati ve onun kaleme aldığı "Dine Karşı Din" kitabıyla tanıştıracağım. O kadar kitap ve yazar arasından neden Ali Şeriati ve "Dine Karşı Din" kitabını ele aldığımı bir cümle ile açıklayım. Bizde Yaşar Nuri Öztürk ne ise, İran'da da Ali Şeriati odur. Ancak, Ali Şeriati Y. Nuri Öztürk hocadan bir tık ilerdedir. Yani Yaşar Nuri hocanın söyleyemediği şeyleri Ali Şeriati söyleme cesaretini bulmuş ve bunun bedelini de hayatı ile ödemiştir. 

Merhum Şeriati, dünyanın bugün yaşayan iki önemli medeniyeti olan, İslam ve Batı medeniyetini yakından tanıma fırsatı bulmuş ender şahsiyetlerden biridir. Dahası, bir sosyolog gözüyle incelediği konuları dahiyane bir düşünce işçiliği ile işlemiş ve Fars edebiyatının kendisine kazandırdığı akıcı üslupla ortaya koymuştur. Bilimsel liyakati, özgün bakış açısı, dindarlığı ve inandığı doğrular uğruna can verecek kadar yürekli kişiliği ile sadece İran gençliğini arkasından sürüklemekle kalmamış, dünya Müslümanlarının öze dönüş çabasına katkıda bulunarak bir döneme damgasını vurmuştur. Şeriati'nin düşünceleri, Batılı saldırı karşısında çok derin ve güçlü bir mukavemet oluştururken İslam geleneğini kirleten ve çöküntüye sebep olan bidat ve hurafelere de ağır darbe indiriyordu. Tabii bu da bilinçsiz kesimler nezdinde İslam'ın kendisine yapılan bir saldırı olarak algılanıyordu.

Kendi tabiriyle içinde doğup büyüdüğü geleneksel Safevi Şiiliğine yönelttiği eleştiriler yüzünden İran'da dışlanırken, Şii bakış açısı nedeniyle de Sünni dünyadan önemli tepkiler almıştır. Ancak Şeriati, her ne kadar Ali Şiası ve Safevi Şiası ayrımı yapsa ve Safevi Şiiliğini eleştirse de eleştirdiği düşünceden bütünüyle kurtulamamış ve söz konusu etkilerle Sünni dünyanın kabul edemeyeceği kimi düşünceler serdedebilmiştir.

23 Kasım 1933 yılında Horasan'da dünyaya gelen Ali Şeriati, 16 Mayıs 1977 'de Avrupa'ya hicret ettikten 30 gün sonra İngiliz istihbaratının yardımıyla İran İstihbaratı Savak tarafından öldürülmüştür.

Eski Heyecan ve Şevk

Sanki üçüncü bir dünya ülkesinde yaşıyorum. Daha önce de internet aboneliğimin nakli sırasında alt yapı yetersizliği sorunlarıyla cebelleştiğim konusunu daha önceki blog yazılarımın birinde irdelemiştim. Bu yıl da aynı alt yapı yetersizliği sorunuyla karşılaştım. Bu yıl o kadar çok olumsuz şeyler yaşadım ki, bunlardan bahsederek ne sizleri üzeyim, ne de başınızı ağrıtayım. 

Uzun bir uğraş ve mücadele sonunda 23 Haziran gününden itibaren tekrar Türk Telekom'un internet hizmetini almaya başladım. En son 16 Şubat'ta paylaşım yapmıştım. Dört ay sonra tekrar blog sayfamda paylaşma yapmaya başlayabildim.

Bloglamada ve blog ziyaretlerinde eski heyecanı ve şevki göremedim. Bu duruma haliyle üzüldüğümü itiraf etmeliyim. Demek ki artık nitelikli ve kaliteli şeyler paylaşamadığımız gibi, bloglara olan ilgi de azalıyor. Bu duruma biraz da pandemi dönemi sebep oldu desem, doğru bir tespit olacağını sanmıyorum. Çünkü, aylardır evlere hapis edilen biz blogcular için pandemi döneminin, blog yazma ve paylaşımında büyük bir fırsat olduğu kanaatindeydim. Ama demek ki öyle değilmiş. Ya da ben blog faaliyetime ara vermek zorunda kaldığım için, bu dönemi sağlıklı değerlendiremiyor olabilirim. 

Tüm blogcu kardeşlerime eskiden olduğu gibi heyecan verici başarılı ve yararlı paylaşımlar dilerim. Bir sonraki paylaşımda buluşmak dileğimle birlikte sağlıklı ve güzel günler dilerim.


Ahlak



Hiçbir din ya da ideoloji kendisi ve taraftarları için bir takım ahlaki prensipler getirmeden ayakta duramaz. Aynı şekilde toplumlar da şu ya da bu şekilde bazı ahlaki prensiplere sahip olmak zorundadır. Yoksa hiçbir devlet, ne kadar güçlü olursa olsun, sadece hukuki yaptırımlarla toplumu ayakta tutamaz. "Ahlak olmazsa, toplum hayatı denen şey de olmaz, yani insanlar bir arada yaşayamazlar." Ahlak, toplum hayatının tamamını ilgilendiren davranış modelleri üretir ve üretmek de zorundadır. 

Alışverişte dürüst olmak, komşu hakkına riayet etmek, çevreyi kirletmemek, işini hakkıyla yapmak ve toplumsal sorunlara duyarlı olmak, ahlakın ürettiği davranış modellerinden bazılarıdır. İnsan fıtratına uygun her türlü davranışı ahlaki, yaratılış amacından uzaklaşan her türlü davranışı ise gayri ahlaki olarak nitelendirebiliriz. 

Ahlakın olmadığı bir yerde ne dinden, ne de ideolojiden bahsetmek mümkün değildir. Ahlak her şeyden önce gelir. Zulmü, adaletsizliği veya bir başka kötü alışkanlığı hayat tarzı haline getirmiş toplumlar ciddi bir ahlak kriziyle karşı karşıyadırlar. Bir toplumu var kılacak olan şey ne siyasi, ne ekonomik ne de teknolojik gelişmelerdir. Bir toplumu var kılıp geleceğe taşıyacak şey toplumun ahlaklı ve erdemli bir hayata sahip olmasıdır.