Milli Şairimiz Akif

(1873-1936)
İstiklal Marşı'mızın Büyük Şairi 
Mehmet Akif Ersoy'u 
ölümünün 77. yılında 
rahmetle, minnetle ve saygıyla anıyoruz.

                                        Aldanma insanların samimiyetine!
                                        Menfaatleri gelir her şeyden önce..
                                        Vaad etmeseydi Allah cenneti!..
                                        O'na bile etmezlerdi secde!..
                                                                                        M.Akif Ersoy

NOT: İstiklal Savaşı'ndan sonra, kışları geçirdiği Mısır'a yerleşen Akif, Kahire Üniversitesinde Türk Edebiyatı dersleri verdi.  Sıtmaya yakalanıp İstanbul'a döndükten beş ay sonra 27 Aralık 1936'da vefat etti.  

Rahman ve Rahim


Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım” diyelim ve o her şeyi çeken kuvveti yaşamak için; "Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla” demek olan besmele anahtarına yapışalım ve Allah’ın Rahman ve Rahim sıfatları üzerine aşağıda kaynağını belirttiğim kitaptan hazırladığım incelemeyi hep beraber okuyalım.

Allah`ın Rahman ve Rahîm sıfatlarının her ikisi de “rahmet” mastarından türemiş olmasına rağmen aralarında anlam farklılıkları vardır. Rahman sıfatı ezel ile, Rahîm sıfatı ise daha çok ebet ile ilgilidir. Bu yüzden Allah için “dünyanın Rahman`ı, fakat ahiretin Rahîmi`dir” denilmiştir. Çünkü Allah`ın; tüm varlıkları yaratması ve yaşatması, insanlar arasında mümin-kâfir, adil-zalim, çalışkan-tembel ayrımı yapmadan hepsine rızklarını vermesi, inkârcılara da çalışma ve gayretlerinin karşılığını dünyada tam olarak vermesi, zulme ve kötülüklere müdahale etmeksizin insanların kendi tercihlerini kullanmalarına fırsat vermesi, hep Rahman sıfatının sonucudur.

İbrani kökenli olduğu da ileri sürülen rahman kelimesi, “rikkat [sevecenlik], karşılıksız yardım ve iyilik, bağışlama, acıyıp esirgeme” anlamına gelen [rahmet] kelimesinden türetilmiştir. Rahman kelimesi, Arapça’da sözün anlamını failin o işte tam yetkin olduğunu vurgulamak için kullanılan “mübalağa” kalıbında bir kelimedir ve “rahmetin en yüce derecesine sahip varlık”  anlamına gelmektedir.  Bu anlamıyla rahman, “rızkları, ihtiyaçları ve her türlü iyilikleri bağışlama hususunda, rahmetini yarattığı varlıklardan hiç esirgemeyen” demektir.   

Rahîm sıfatının ortaya çıkışı ise daha çok ahirette görülecektir. Kur`an`da pek çok ayette, Allah`ın müminleri Rahîm sıfatı ile bağışlayacağı belirtilmiştir. Rahim kelimesi, [rahmet], [merhamet] ve [ruhm] mastarından hem etkin hem de edilgin anlamlı, “çok merhametli”, “merhamet olunan”  anlamında bir sıfattır. Kök anlamı “acımak, merhamet etmek ve bağışlamak” demektir. Rahim sıfatı Kur’an’da genellikle “çok bağışlayıcı anlamına gelen [gafur] sıfatı ile birlikte kullanılmıştır.  Bu durum, Allah’ın ne kadar bağışlayıcı ve merhametli olduğuna bir delil teşkil eder. Bu sıfat, Kur’an’ın dört ayetinde [erhamür’r-rahimin =merhametlilerin en merhametlisi] şeklinde kullanılmıştır.

Besmelede de geçen bu iki sıfattan ötürü besmeleyi “Rahman, Rahim Allah’ın ismi ile” veya “Rahman, Rahim Allah ismi ile” şeklinde tercüme etmenin daha doğru olacağını da merhum Elmalılı M.Hamdi Yazır “Hak Dini Kur’an Dili” kitabının 1 nci cildinde açıklamaktadır.

Selam ve dualarımla.

Kaynak: Tebyinü!l-Kur’an 1.Cilt, Hakkı Yılmaz 

Yürekten Kaleme Beni Mimlemiş


1- Elimden gelse, ihtiyacı olanlara maddi ve manevi yardımda bulunmak isterdim. 
2- Kendi kendimi kontrol etmekte zorlanmam.
3- Beni en çok kaygılandıran şey, yanlış anlaşılmaktır.
4- Hayatımın en kötü anı sevdiklerimi kaybettiğim andır.
5- Yalnızken hiç iyi değilimdir, her ne kadar yalnızlığı sevsem de.
6- Nefret ettiğim şey yalandır.
7- İşimi severek yaparım.
8- kadınlar/ erkekler, bütün bir elmanın eşit iki yarısıdır.
9- Hayat, çok acımasızdır.
10 - Çocukken elim yağ olacak diye ekmek bile tutmazmışım.
11- Başkalarının zayıf tarafı, asla yararlanmak için bir fırsat gibi görülmemelidir.
12- Yalan söylemek, benim için en büyük günahtır. Acıtsa da doğru söylemekten vazgeçmem.
13- Her şey kötü gittiği zamanlar, kendimi kontrol etmeye çalışıp, sabrederim. Asla isyan etmem.
14- Geceleri, benim en çok sevdiğim günün diğer yarısıdır. Çünkü, her şey daha tesirli ve verimli oluyor.
15- Başkalarına göre ben, aksi ve inat biriymişim.
16- Kurtulmak istediğim korku,  gelecekten duyduğum kaygı korkusudur.
17- Bazen düşünüyorum da ölüm aslında bir kurtuluş olsa gerek
18- En çok utandığım şey, günahlarımdan ve ayıplarımdan başka ne olabilir ki!
19- Keşke ben, bu dünyaya hiç gelmeseydim.
20- Anlamıyorum neden hala müslüman ülkeler akıllarını başlarına almıyorlar.

Recep Altun

Annemin Diploması


Balkan savaşı patlak verdiğinde o zaman ki Bulgaristan sınırları içinde kalan Köstence’den Anadolu’ya göç etmek zorunda kalan bir ailenin dört kız ve bir erkek çocuklarının en büyüğü benim annemdir. Anneannemin anlattıklarından hatırımda kaldığı kadarıyla aile Anadolu’ya göçtükten sonra o zaman ki hükumet onları Kırşehir ili Kaman ilçesine bağlı Meşeköy köyüne yerleştirmiş. O zaman ki yerleşik köylüler tarafından sürekli taciz edilen aile bu duruma öfkelenerek gerisin geriye Köstence’ye dönmek istemişler. Ancak, hükumet bu sefer de onları aynı il ve ilçenin Yelek köyüne yerleştirmiş, onlar da artık bu köye yerleşerek yaşamlarına burada devam etmişler.

Annem nüfus kayıtlarına göre 15 Mart 1934 doğumlu olup, (16.02.1996 tarihinde vefat etti.) Yelek köyünde devam ettiği beş sınıflı ilkokulu tamamlayarak Mayıs 1945 tarihinde aldığı diplomasının (aslı tarafımızca muhafaza edilmektedir.) örneğini yukarıda görmektesiniz.

Dört kız kardeşten biri olan annemi ilkokula göndermişler, ama onun iki küçük kız kardeşlerini okula göndermemişler. Gerçekten de bu iki kız kardeşin bırakın okula gönderilmesini, kız kardeşler okur-yazar bile değillerdi. En küçük kız kardeşleri ile erkek kardeşini ise okula göndermişler. 

Benim burada öne çıkarmak istediğim durum: En büyük kız kardeş okula gönderiliyor, erkek kardeş zaten gönderiliyor ama annemin küçükleri olan iki kız kardeşler okula gönderilmiyorlar. Bu kız kardeşlerin okula neden gönderilmediklerini merak ediyorum ve bu konuyu anneme, anneanneme ya da teyzelerime sorduysam da hatırlamıyorum. 

Düşünebiliyor musunuz, annem 1934 doğumlu, muhtemelen okula 1941 yılında başlamış olmalı ve 1945 yılında da mezun olmuş. Okula başladığı yıllar da malumunuz üzere İkinci Dünya Savaşı devam ediyor ve İkinci Dünya Savaşının bitimiyle birlikte aynı yıllarda mezun olarak diplomasını alıyor.

Annem, diğer kız kardeşlerine göre elbette farklı biriydi. 1934 doğumlu kadınlar arasında da onun ilkokul mezunu olması büyük bir farklılıktı. Çünkü çevremizdeki annemin akranları  arasında hiç ilkokul mezunu olan bir kadın yoktu. Halalarım, teyzelerim ve yengelerimin hiçbiri bırakın ilkokulu bitirip diploma almayı,  okur-yazar bile değillerdi.

Şu anda ülkemizdeki kadınlarımızın tahsil durumları o yıllara göre ne kadar farklı. Katedilen yolu, asla yeterli görmüyorum, ama küçümsenecek de  bir yol değil diye düşünüyorum.

Geçmişteki cahiliye dönemini hala sürdürmek isteyen zihniyetlere sesleniyor ve  “kadınlarımıza sahip çıkalım”, diyorum. Hayatı bir elma gibi düşündüğümüz de elmanın bir yarısı erkekler ise, diğer yarısının da kadınlar olduğunu asla aklımızdan çıkarmayalım ve kadınlarımıza hak ettikleri saygıyı, sevgiyi ve değeri gösterelim ve verelim. Çünkü onlar bizim annelerimizdir.

Selam ve dualarımla.

Recep Altun

Türk Irkı


Ak Parti Merkez Karar Yönetim Kurulu üyesi Prof. Yasin Aktay, Bayburt'ta katıldığı panelde, "Türk dediğin bir sentezdir zaten. Türk diye bir ırk yok" dediğine dair haberi, Hürriyet gazetesinin 1 Aralık 2013 Pazar günkü gazetesinin gündem sayfasında okumuştum. 

Şimdi Prof. Yasin Aktay'ın akademik bir ünvanı var adam professör olmuş. Ben ise liseyi bile dışarıdan bitirmiş cahil bir adamım. Ben de bu kariyerimle hem de göğsümü gere gere "Türk diye bir ırk vardır ve ben de bir Türk'üm" diyorum ve şimdi gazetede devam eden haberin ayrıntılarına geçiyorum.

Panelde bir öğrencinin Prof. Yasin Aktay'a, "Sosyal devlet olmak için çoğunluğu oluşturan bir milletin milliyetçiliğinin ayaklar altına alınması sizce doğru mudur? " sorusunu şöyle cevaplamış: "Bu ülkede sadece Türkler üzerinden giderseniz bunun maliyeti çok fazladır. Türkiye'yi bölünmenin eşiğine getirirsin. Türkiye'de yaşayan diğer insanları memnun edemezsiniz. Diğer insanları kışkırtmış olursun. Onun için vatandaşlık bağına dayalı yeni bir millet tanımı yapmak çok önemli. Sana demişler ki, "Sen Türk'sün". Ne demek Türklük? İşte Orta Asya'dan gelmişsin. Bir bakıyorsun, kaçımızın dedesi Orta Asya'dan gelmiş? Bir sor bakayım gerçekten var mı böyle bir şey? O milletin yavaş yavaş zaten etnografyası da işlenmeye başlanıyor. Türk nedir mesela? İsmet Özel'in çok ilginç, çok güzel tahlilleri vardır. Türk dediğin bir sentezdir zaten. Türk diye bir ırk yok."

Bunun üzerine bir öğrencinin "Türk diye bir ırk yok söyleminizi kabul etmiyorum. Dünya kadar imparatorluk yıkmış ve kurmuştur" tepkisi üzerine Prof. Aktay, "Türkiye'de o kadar insanın, 3-4-5-6 nesil öncesine baktığınız zaman, şimdi kendini zannettiğinden çok farklı çıkıyor insanlar" cevabını vermiş. 

Bu zamana kadar Türk diye bir ırkı ve Türklüğü kabul edenler, neden şimdi inkar ediyorlar? Türk diye bir ırkın varlığını ya da yokluğunu araştırarak zaten var olan bir ırkın varlığını ortaya koymak için zaman israf etmektense, asıl Türk''ü ve Türklüğü inkar eden ve kendini aydın sanan kişilerin neden şimdi böyle bir çıkış yaptıkları konusunu araştırıp ortaya koymanın daha isabetli olacağı kanısındayım. 

Prof. Aktay'ın bu talihsiz ve yersiz beyanını esefle kınıyor ve sözümü "Bu Vatanın" isimli şiirimden alıntı yaptığım dörtlükle tamamlamak istiyorum.

"Eli kalem tutan, vefasız bir aydını olana kadar
Keşke, dağlarında bir çobanı olsaydım bu vatanın
Belki o zaman kadrini bilirdim
Bu topraklar altında binlerce kefensiz yatanın."

Recep Altun

Namazın Zamanında Kılınması



Merhabalar.

Prof. Dr. Hüseyin Atay Hocamın Kur'an'a Göre Araştırmalar-II kitabından "Kaza Namazı" ile ilgili bahsi inceledikten sonra, kaza namazı vardır ya da yoktur gibi tartışmaları bir tarafa bırakarak konuya başka açıdan biraz daha makul ve mantıklı yaklaşarak herkesin istifade edebileceği şekilde bu hassas konuya ışık tutmak istiyorum.

Prof. Dr. Hüseyin Atay, netice olarak namazın edası, yani zamanında kılınmasının önemli olduğunu vurguladıktan sonra, namazın zamanında kılınmamasını aşağıda sıralanan şu dört sebebe da­yandırmanın ihtimali bir vakıa olarak görüleceğine işaret etmektedir.

1. Uykuya kalarak namaz vaktinin geçmesi,
2. Namazı unutmuş olarak vaktin çıkması,
3. Zor ve sıkıntılı bir durumda namaz kılma imkanının bulunmaması,
4. Tembellikten ve üşenmekten ötürü namazı kılmamak.

Hz. Peygamber Hayber savaşından dönerken, uyku basınca bir yerde gecelediler. Bilal'e, "bizi bekle", dedi ise de o da dayanamadı, uyudu. Ancak güneşin kızdırması ile uyandılar ve sa­bah namazını güneşin doğuşundan önce kılamadılar. Hz. Peygamber bir emir verdi. Saban namazını kıl­dıktan sonra Hz. Peygamber "Uyuya kaldığınız veya unuttuğunuz namazı, hatırladığınızda ve uyandığı­nızda kılın, o namazın vakti o zamandır" (63)  buyurdu. Hüseyin Atay, bu şekilde kılınacak namazın, kaza namazı hükmünde olmadığını ve Cenab-ı Peygamber'in tatbikatına uygun olduğunu söylemektedir.

Prof. Dr. Hüseyin Atay, üçüncü maddedeki hükme gelince Hz. Peygamber'in Hendek savaşında öğle, ikindi, akşam ve yatsı olmak üzere dört vakit namazı savaşın şiddeti, sıkışık ve zor durumu dolayısıyla kılamamış olmasıdır. Gece bunları kaza etmiştir. Aslında yatsıyı zamanında kılmıştır yani iki vakit kazaya kalmıştır. Böyle sıkışık zamanda, insan namaz kılma imkanını bulamamışsa, fırsat bulduğu ilk anda onları kılar. Çünkü sıkışıklık ve imkansızlık bir özür teşkil eder. Bu şekilde kılmaya fakihlerin deyimi ile kaza denilebilir. Aslında Kur'an'da ve hadiste kaza ve eda aynı manada kullanılmıştır. Önemli olan belli bir vaktin namazının kılınmasıdır. Buna eda veya kaza demek, farklı bir hüküm doğurmaz. Hz. Peygamber savaş gibi pek önemli, zor bir durum dolayısıyla namaz kılamamıştı. Müslümanların, yalnız savaş anında zorlukla karşılaşacaklarını düşünmek, dar ve kısıtlayıcı bir mana olur. Bugünkü hayat şartlarında bazen öyle zor ve sıkışık vakitler olur ki, insan namaz kılma imkanı bulamaz. Namaz aklından çıkmış değil, onu hatırlıyor, ama kılamıyor. Böyle durumlarda kılamadığı namazları, sonradan kılar demekle birlikte Hüseyin Atay, bu gibi zor durumlarda kılamadığı namazlarını sonradan tertiple eda olarak kıldığını söylemektedir. Bu şekilde imkansızlık ve zorluktan dolayı kılınamayan namazların vakitlerinden sonra kılınmasının Hz. Peygamber'in tatbikatına uygun olduğunu bildirmektedir. (64)

Prof. Dr. Hüseyin Atay dördüncü maddede zikredilen tembellik, gevşeklik, ihmal ve aldırış etmemek gibi sebeplerden dolayı vaktinde kılınmayan namazların kazasının olmayacağını, bunların ancak, tövbe ile affa uğrayacağını. Çünkü tövbenin en büyük günah olan putperestliği silip götürdüğü gibi namazı ihmal etmek gibi büyük bir günahı da silip götüreceğini bildirmektedir.

Prof. Dr. Hüseyin Atay, dini kolay göstermenin farz; zor göstermenin yanlış, yasak ve haram olduğunu söyleyerek böylece konuya son noktayı koymuş bulunmaktadır.

63    Müslim, c.5, s.181, 193.
64    Ebu Bekir Merginani (593h / 1196m), Fethu'l-Kadir Şerhi içinde c.l, s.346 vd.


Recep Altun
Selam ve dualarımla.

NOT:  Eleştiri ve Görüşleriniz İçin: yazblogcu@gmail.com   

Öğretmenler Günü




Ülkenin bugünlere ulaşmasında gayreti ve çabası bulunan tüm öğretmenlere teşekkür etmekle birlikte, eğitim camiasının 24 Kasım Öğretmenler Günü'nü kutlarım.


ÖĞRETMENİM

Ne horozlu şekerim
Ne de paslı çemberim
Defterim, kalemim
O benim öğretmenim

Alfabemde hece hece
Rüyalarımda her gece
Her gün bizlere imece
Sever bizi öğretmence

Çarpan yüreklerimize
Kanayan dizlerimize
Dönmeyen dillerimize
Sevgi katar sevgimize

Onun adı öğretmendir
Her derdimize çaredir
O kanatlı bir melektir  
Yeri gelir, bir annedir

Ona,  Allah sabır vermiş
Gönlüne merhamet vermiş
Çocukları sevsin diye
Kocaman bir yürek vermiş
                                                                                                                                               Recep Altun

İğneyi Kendime


Merhabalar Değerli Blogger Kardeşlerim.

Elimden geldiğince burada hep güzel ve yararlı şeyler paylaşmaya gayret gösterdim. Politikadan, siyasetten, sanattan, edebiyattan, iyilikten, kötülükten, ahlaktan, hukuktan, dinden, imandan derken yelpazeyi epeyce genişlettim.

Ben bloglamaya şiir ile başlamıştım. Yaşadıklarımızdan, duyduklarımızdan, gördüklerimizden ve okuduklarımızdan çok etkilenmiş olmalıyız ki, bu bloğun yelpazesi böyle genişlemek zorunda kaldı. Bazen yazmaya doyamadık, bazen de kalem oynatmayı bile canımız istememişti.

Yazmak yürek ister” derler ya, hani doğru söz vesselam. Gerçekten elimde birkaç konu var, yazmakla yazmamak arasında sıkıştım kaldım. Yazmaya karar verdiğim konu üzerinde önce gece gündüz bir araştırma yapıyorum, konunun metnini yayına hazır hale getirdikten sonra dönüp konuya tekrar bakıyorum ve yayınlamaktan vazgeçiyorum. Hangi tür paylaşımlarda ve neden vazgeçiyorum, biliyor musunuz? Paylaşacağım konu bir başkasına ait ise, başkasına ait olan bu metinde gördüğüm aksaklıklara el atarak düzeltme yetkim olmadığı ve orijinal haliyle yayınlamak da içime sinmediği için tekrar vazgeçiyorum. Doğru yapıp yapmadığımı artık sizlerin takdirine bırakıyorum.

Medyanın sadece kendi uzmanına söz hakkı veren anlayışını kimler kırdı biliyor musunuz? Bloglar kırdı. Eğer herhangi bir kişi uzmanlığından eminse ve görüşlerini de başkalarıyla paylaşmak istiyorsa,  blog müthiş bir imkan sunuyor. İşte, ezberleri ve zorları bozan bloglar olma yolunda devam edebilmek için paylaşacağımız konularda yeterince araştırma yapmak suretiyle konunun uzmanı olmamız gerekiyor. Aksi halde kes, kopyala yapıştır yöntemiyle yaptığımız paylaşımların hiçbir değeri kalmıyor.

Ben burada tüm bunları niye yazıyorum biliyor musunuz? Sadece kendimi eleştirmek için yazıyorum. Yani iğneyi önce kendime batırmak istiyorum. Kimseye de çuvaldız batırmak niyetinde değilim. Örneğin: İlmine güvenilir ve konusunda uzmanlığı tescil edilmiş olan  Prof. Dr. Hüseyin Atay’ın kitaplarını okuduktan sonra, kendimce de makul gördüğüm ve paylaşmakta fayda mülahaza ettiğim konuları hiçbir değişiklik yapmadan aynen kitabından alarak orijinal haliyle sizlere aktarıyorum ve sonra doğrumu yapıyorum, yanlış mı yapıyorum diye tekrar tereddütler yaşıyorum. Neden mi? İnançlı insanların kafalarını karıştırmaktan rahatsızlık duyduğumu bir kere itiraf etmeliyim. Ama işin doğrusunu da nasıl öğrenebileceğimiz konusunda  başka bir yolu ve yöntemi var mı diye de düşünüyorum ve bu konuda değişik yollar aramaktan da vazgeçmiş değilim.

Gerek bizzat kendi yazdığım, gerekse alıntılar yaparak paylaştığım her konuda gördüğünüz yanlış ve yanlışlarım hakkında beni uyarmaktan ve eleştirmekten asla çekinmeyiniz. Ben, eleştirilere ve uyarılara açık bir blogcu olarak yayın hayatıma devam ederek bu safta yerimi almak istiyorum.

Selam ve dualarımla.
Recep Altun

Nejat Uygur'u Kaybettik



Tiyatro, sinema ve dizi oyuncusu Nejat Uygur, tedavi görmekte olduğu Medistate Kavacık Hastanesi'nde 18 Kasım 2013 Pazartesi günü saat:19.45 sıralarında, 86 yaşında iken hayatını kaybetti.
"Nejat Uygur’u anlatacak en güzel sıfat; ‘tiyatro delisi’dir. Eğer deli olmasaydı, mini bavulunu yanına alıp tiyatrosuyla Anadolu’yu karış karış gezer, karavanlarda yatar mıydı? Çocukları Süheyl, Behzat, Kemal Uygur’un otel odalarında doğmasına izin verir miydi? Yıldızının parladığı dönemde sinemayı elinin tersiyle iten, batma pahasına özel tiyatro kuran biri değil de nedir? Boşuna demiyordu eşi: “Nejat’ın hiç hırsı olmadı, alkışlardan başka... Olsaydı villalarda yaşardık. Evliliğimizi şöyle özetlerdi: "Şeker yersiniz ağzınız tatlanır, biber yersiniz acır ya. İşte bizim evliliğimiz. Ancak hayatında tiyatro bizden daha önemli."
Büyük Usta'ya, Cenab-ı Hakk'tan rahmetiyle muamele eylemesini; sevenlerine, yakınlarına ve sanat camiasına da sabr-ı cemil ihsan eylemesini niyaz ederiz. Toprağı bol, mekanı cennet, ruhu şad olsun.

Yenilik


Merhabalar.

İnsanın hep aynı şablonu görmekten içi sıkılıyor. Arada sırada bir yenilik yapması lazım diye düşündüm. Bir diğer konu ise sağ kolondaki menü alanlarımı o kadar çok şeylerle doldurmuştum ki, sayfanın hareketliliği ve hızı azalmıştı.

Şu anda uyguladığım şablon, Blogger'in eski klasik şablonlarından Minima'dır. Bu şablon, eski şablonuma göre daha hızlı açılmakla birlikte, şablonun ana sayfasında, ya da diğer işlemlerinde iken, daha hızlı ve seri hareket edebiliyorum. Ana sayfada görünür olan post sayısını azaltmak ve postlarımız için eklediğimiz resimlerin çözünürlüğünün de düşük olması sayfamızın hareket hızını ve performansını artırmaktadır. 

Bir müddet, bu şablon ile güzel ve yararlı şeyler paylaşmak dileğim ile birlikte hepinize hayırlı günler dilerim.

Selam ve dualarımla.

Cambaz Olmak

Kelimelerin kokusunu alıyorum
Okuduğum kitaplardan
Sayfalarından esen rüzgar 
Bana hasretin, özlemin
Kokusunu getiriyor
Ne kadar masum
Ne kadar güzel
Ve ne kadar huzurlu ve mutlu
Ve ben hep böyle kitapların
Sayfaları arasında
Kelimelerle olmak istiyorum
Çünkü, beni sadece onlar anlıyor
Ve ben sadece onların arasında
Kendimi buluyorum.
Dünya mı?..
O, çok acı bir gerçek!
O, kitabı okumak için
Cambaz olmak gerek.

Recep Altun

Nafile Namaz


Nafile kılınan namazlar (sünnet-i müekkede de nafile namaza dâhildir) hakkında zaman zaman açıklamada bulunarak ve münasebet düştükçe tekrar ederek yanlış anlaşılmaların önüne geçmek istiyoruz. Hiçbir işi olmayan veya iş yapamayan kimselerin oturarak veya ayakta nafile namaz kılması çok isabetli olur. Onun geçmiş ve geleceğe ait kötü şeyleri düşünmesine engel olur. Bu gibi şeyleri düşünmek insanın asabını bozar ve onu hasta eder. İnsan, bu şekilde nafile namaz kılarken yalnızlıktan da kurtulur. Kendisini Allah'ın huzurunda hissederek ve bilerek O'nun koruyuculuğuna sığınır, artık kimsenin kendisine zarar vermeyeceğine inanır, içinde korku ve endişe kalmaz.

Daha birçok faydası yanında bu nafile namazların, kılınamayan farz namazların yerini dolduracağını Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Ebu Hureyre rivayetinde Hz. Peygamber demiştir ki: "İnsanın kıyamet günü ilk hesaba çekileceği şey namazdır. Namazı tam bulunmuş ise, tam olarak yazılır. Eğer eksik bulunursa Allah der ki: Nafile namazı var mıdır? Bir bakın! Nafile namazı ile kaçırdığı farz namazlar tamamlanır. Diğer işleri de böyle hesaba çekilir."(82) Yani farz olan işlerinde de bir eksiklik olursa, nafile ve fazladan yaptığı iyilikler ile tamamlanır. Burada önemli olan iki husus vardır: Birincisi; vazgeçilmez olan farzlara ehemmiyet vermek ve onlar üzerinde titizlik göstermek lazımdır. Çünkü insan ahirette onlardan sorguya çekilecektir. İkincisi; farzların dışında kalan gönüllü ve nafile ibadetler, sadakalar ve iyi işlerde yapılan yardımların önemli olduğu belirtiliyor. Bunların iki işlevi ortaya çıkıyor: Birincisi, farz olanlardan eksik olanları tamamlamak, diğeri de insanın derecesini ve seviyesini yükseltmektir. 

Yalnız şunu hatırlatmak isteriz ki, farz namazlardan eksik olanların nafilelerle tamamlanması, farz namazların kaza edilmesi gerektiğini göstermez. Çünkü, vaktinde kılınmayan namaz kaza ile telafi edilemez. Ancak tövbe ile telafi edilir. Hadis-i şerifte geçen farz namazlardan maksat, tövbe edilmemiş olanlardır. Zira tövbe edilmiş namazlar affa uğramıştır. Onlar sorulmaz. Affın kabul edilmesinden şüphe edilecek olursa kılınan namazların kabulünden de şüpheye düşmek gerekir. Bu her şeye teşmil edilirse dinde güven kalmaz. Allah tövbeyi kabul edeceğine söz vermiş ve küfrü bile tövbe ile affedeceğini söylemiştir. Artık bundan sonra tövbeden şüpheye mahal yoktur. Tövbe, yapılan günah ve işten pişmanlık duymak ve gönlü cız etmekten ibarettir.

(82) Süneni Nesai, c.l, s.232-233.

Prof. Dr. Hüseyin Atay
Kur'an'a Göre Araştırmalar-II

Dertlerinizle Yaşamayı Öğrenin

Fotoğraf:İnternetten Alındı Anonimdir.
Bu dünyada sadece ben yaşamıyorum. Benden başka milyarlarca insan var. Bu dünyada sadece benim derdim yok, milyarlarca insanın sayısız dertleri var. Bu dertler olmak zorunda, hatta olmazsa olmazlarımızın içindedir ve hem de yeri baş köşededir. Bir dertsiz gününüz olsun da bakın bakalım, o günü nasıl geçireceksiniz?.. Derdiniz olduğu için şükredin. Hatta Cenab-ı Hakk’a yalvarırken “Neden bu derdi bana verdin?” diye serzenişte bulunmayın, bilakis “Bu derdi bana verdiğin için sana şükürler olsun Rabb’im” diye dua ve şükürde bulunun. Dertlerinizle yaşamayı öğrenin ve onlara alışın. Sakın onlardan nefret etmeyin, hatta onları sevin. Hem de bir kirpinin yavrusunu sevdiği gibi sevin; asla pişman olmayacaksınız, bilakis çok mutlu olacaksınız. Bu dertleri size arkadaş kılan Cenab-ı Hakk’ın hikmetinden sual olunmaz, hep O’na “hayırlısını ver!” diye dua etmiyor muyuz? O halde, bu yakınmalar niye?  Hem O’ndan hayırlısını talep ediyoruz, hem de verdiklerine razı gelmiyoruz. Hakkımızda neyin hayırlı, neyin hayırsız olduğunu O’ndan daha mı iyi bileceğiz haşa! Siz O’ndan razı olun ki, O da sizden razı olsun. Dolayısıyla dertlerimiz bize bir yoldaş ve bir arkadaş olsun. Dertlerimizin bize bir dert değil, bir dost olmasının yolunun, O’nun rızasından geçtiğini unutmayalım.

Recep Altun

Cuma Namazı

cuma namazında farz olan sadece hutbe okumak ve iki rekatlık cuma namazıdır
Mesela cuma namazını ele alalım. Cuma namazında farz olan sadece hutbe okumak ve iki rekatlık cuma namazıdır. Bu ikisi farz, yani vazgeçilmez prensiptir. Geri kalan sünnetleri kılmak nafiledir. Kılınmasalar da olur. Hele zuhri ahir denen öğle namazının kılınması şer'an caiz değildir. Cuma namazını kılamayan kimse yalnızca o günün öğle namazının farzını kılar. Arkadaşlarımızdan Prof. Dr. Mehmet Hatipoğlu'nun zuhri ahir namazının caiz olmadığı hususunda yaptığı incelemenin yayımlanmasını ve bu meselede müslümanlara bir kolaylık getirmesini umarız. Bu tahakkuk ederse, cuma namazının önemi daha artarak müslümanlara iyi hizmette bulunma imkanı doğar. Bunun tatbikatı şöyle olabilir: Veciz bir hutbeden sonra imam cuma namazını kıldırarak cemaate döner, iki satırlık sesli bir dua yapar ve cemaat dağılır. Aslında böyle bir duaya da gerek yoktur. Bu da memleketimizin yanlış bir geleneğidir. Acele işi olmayan veya hiç işi olmayan kenara çekilerek istediği kadar nafile namaz kılabilir. Ama zuhri ahir olamaz, çünkü bu meşru değildir. Böylece işine giden de kolay gider, nafile namaz kılacak olan da rahatça kılar.

Prof. Dr. Hüseyin Atay
Kur'an'a Göre Araştırmalar-II

Yolculukta Namaz


gerçek müslümanlık, müslümanlığı başkasına beğendirmektir.

Şimdi gündelik hayattan birkaç misal vermek, meseleyi daha iyi anlatmaya yarayacaktır. Kırk sene önce fakülte talebesi olarak vapur yolculuğu yaparken namazların sadece farzlarını ikişer rekat kılıyordum. Sünnetleri kılmaya gerek olmadığı için kılmıyordum. Vapurda beraber yolculuk ettiğimiz, babamdan daha yaşlı bazı kimselerin, benim bu şekilde kolayca ve rahatça namaz kılmamdan rahatsız olduklarını konuşmalarından anladım. Bana işittirecek şekilde, birbirlerine memleketlerine gittikleri zaman yolculuk esnasında kılamadıkları namazları kaza edeceklerini söylüyorlardı. Onlara ders vermeye kalkmadım. Ama şunu anladım ki, kabahat dini yanlış anlatanlarındır. Çünkü yolculukta farzlar ikiye indiği halde, sünnetlerin olduğu gibi kılınması gerektiği anlatılır ki, bu yanlıştır. Bu kimseler, aslında dört rekat farz olan öğle namazının yolculukta iki rekat olacağını ve bunun da müslümanlıklarında bir eksiklik yapmayacağını biliyor olsalardı, namazlarını kılacaklarından emin olurlardı. 

Görülüyor ki, sünnetler farzların kılınmasına mani oluyor. Herhangi birinin, çıkıp da farzı kılan sünneti de kılar veya kılsın diyerek dini zora sokmaya ve herkesi kendisine benzetmeye hakkı olmadığını bilmesi de bilinmesi de vazgeçilmez bir farzdır. Adamlar namaza karşı değillerdi. Ama öğrenmişlerdi ki, namazların farzı kaza edilirken sünnetleri kaza edilmez ve yolculukta kazaya kalan farz namaz nasıl farz olduysa o şekilde iki rekat kaza edilecektir. O halde seferde eda edilecek namaz ile kaza edilecek namaz arasında sekiz rekat fark vardır. Ama namazların kaza edilmeyeceğini duymamışlardı. Dinde kolaylık esasını da, bu esasın nasıl olacağını da işitmemişlerdi.

Şehirlerarası yolculukta namaz kılarken de, sadece farzları kılıp otobüse yetişmek ve otobüsü bekletmemek gerekir. Otobüsteki namaz kılmayanlardan intikam almak veya niçin namaz kılmadıklarının hesabını sormak istercesine onları bekleterek, sünnetleri de kılarak kendilerine müslüman görüntüsü vermeye çalışmak çok yanlıştır ve İslami nezaket değildir. Kendi şahsi fiyakasına karşılık, İslami kötülemektir. Otobüsteki bunca yolcunun gizli ve aşikar nefretini kazanmak dışında, iyi ki öyle bir müslüman olmadıklarını, içlerinden onlara dedirtmekte olduğunu bilmesi lazımdır. Böyle yapanlar ahmak ve akılsızdır. Çünkü, böylece başkalarını dinden nefret ettirmektedir ki, Hz. Peygamber'in koyduğu yasak bunun ne kadar kötü olduğunu gösterir. Bu İslamın zor olduğunu ve hayat dini olmadığını fiilen göstermekten başka bir intiba uyandırmaz. Ama hiç kimseye zararı olmadan iki rekat farzı kılıp gelmiş olsa, bu davranışı onu gören birçok kimsenin dikkatini çeker ve bir kısmını da imrendirir. Gerçek müslümanlık, müslümanlığı başkasına beğendirmektir. Böylece daha sonraki seferlerde kılmayanların içinden kılacaklar çıkması mümkündür. İlk müslümanlar İslamiyeti böyle kolaylıkla fiiliyata dökmüş, yapmış ve yaymışlardır. 

Başka bir misal de işçi ve memurlardan vereceğim. İster memur ister işçi olsun, bir müslümanın farz namazlarını kılması zorunludur. Çünkü farzların, dinin vazgeçilmez esaslarından olduğunu herkes bilir. Ancak namaz kılacağım diye farzın yanında sünnetleri de kılarak vazifesine geç gelmesi dinen caiz değildir. Farzı kılıp zamanı geçirmeden vazifesine dönmesi gerekir. Çünkü vazifesi de namazı gibi farzdır. Sünneti yerine getirmek için, çalışma farzını terk etmesi veya eksik yapması haramdır ve geç kaldığı müddette yevmiyesine ne isabet ediyorsa, o miktar kazancına haram karıştırmış olur. Haram yemek, şirkten sonra günahların en büyüğü sayılır, haram yemek namazları boşa çıkarır.

Prof. Dr. Hüseyin Atay
Kur'an'a Göre Araştırmalar-II


Namaz (3)


Böyle suni ve yapmacık birtakım işler ve zorlamalarla dini yenmeye çalışan kimse, dine yenik düşer.

Hadis-i şerifte, beş vakit namazın bu vakitlere tahsis edilmesi, farz namazların en faziletli bedeni ibadet sayılmalarından anlaşılmaktadır.(26)  Daha açık olarak anlatmak istersek şunu söyleyebiliriz: Herhangi bir kimsenin, dinin koyduğu hükümleri az, hafif görüp kamil ve iyi bir müslüman olmak için emredildiği kadarını yapmanın yeterli gelmeyeceğine inanması ve kendisinin daha çoğunu, daha ağırını veya sertini yapabilecek güçte olduğunu düşünmesi, sonra da tutup dinin hafif ve kolay hükümlerini ağırlaştırarak, çoğaltarak yapmaya, kendisine tatbik etmeye koyulması ve başkalarını da kendisi gibi hareket etmeye teşvik etmesi veya zorlaması yanlıştır. 

Dinin getirdiği hükümlerin üstüne fazlasını ekleyerek ve onları sertleştirerek başkalarından daha çoğunu yapmak suretiyle üstün olmaya çalışan kimse, dinin bütün hükümlerini her zaman gereği gibi, yerli yerine ifa etmekten aciz kalır. Böylece bitkin ve mecalsiz düşer. Çünkü, yüce Allah dini, insanın rahatlıkla yapması için onun tabiatına ve yaratılışına uygun olarak vaz etmiştir. İnsan tabiatını zorlayarak dini hükümleri sertlikle ve haddi aşarak sınırları dışına taşıran kimse, dini hakiki mecrasından dışarı çıkarmış olur. Böyle suni ve yapmacık birtakım işler ve zorlamalarla dini yenmeye çalışan kimse, dine yenik düşer. 

Hz. Peygamberin dini yenmeye kalkışanın dine yenik düşeceğine dair ifadesi çok önemli ve dikkat çekici olmalıdır. Dini hükümleri zorlaştıran, onları uygulamada zorluk çıkaran kimsenin, sanki dine karşı savaş açmış bir insan gibi tasvir edilmesi, sonunda savaşta yenilenler için kullanılan, mağlup olur ve yenik düşer gibi tabirlerle anlatılması, böyle bir kimsenin dini açıdan kötü bir durumda ve mevkide olduğunu gösterir. Oysa dini zorlaştıran kimse, cahillerin gözünde daha iyi ve kamil bir müslüman gibi görünse de gerçekte iyi bir müslüman olma niteliğini yitirebilir. Aynı zamanda dini başkasına ağır ve sert göstermiş olacağı için dinin aleyhine davranmış olur. Yabancı bir kimse, ancak bu şekilde dindar olunabileceğini zannederek dinden soğuyabilir. Bu gibi kimselerin davranışları, dinin aleyhinde en etkili propaganda olur. Bunlar sevap kazanacağım derken günah işlerler.

(26) Ahmed b. Muhammed Kastallani (851-923K / 1447-1517m), Şerhul-Buhari, c.l, s.22, Şuruh-Buhari, c.l, s.207.

Prof. Dr. Hüseyin Atay
Kur'an'a Göre Araştırmalar-II

Namaz (2)



İslamın getirdiği bu düzen, 
insanı ilahileştirerek ona canlılık ve dinçlik verir.

Beş vakit namaz için tayin edilmiş olan vakitlere dikkat edilecek olursa, bu vakitlerin insanın istirahat edeceği ve yeniden bir işe başlayacağı zamanlara denk geldiği görülür. Örneğin öğle vakti insanın çalışmaya ara verdiği, yemek yediği ve dinlendiği bir vakittir. Öğle namazının böyle dinlenilen bir vakitte farz kılınmasının sebebi de insana kolaylık tanımaktır. İnsan, bu vakitte nasıl olsa işini gücünü bırakacaktır. O esnada kendini Allah'a yönelterek ondan manevi güç ve destek alması, güvence ve yardım isteyerek yeniden işine başlaması, İslamın hayata getirdiği düzeni ve insanın maneviyatına kattığı gücü gösterir. İslamın getirdiği bu düzen, insanı ilahileştirerek ona canlılık ve dinçlik verir, maddi ve manevi olarak bütün varlığıyla işine daha iyi başlamasını sağlar. 

Çalışmanın bir ibadet olduğunu da biliyoruz. O halde bir ibadetten diğerine geçerken insan yeni bir işe başlamanın neşe ve gücünü hisseder. Bu, insanı monoton bir işte çalışıp bıkmaktan, usanmaktan, başını döndürüp sersemlemekten kurtarır. İkindi namazı da istirahat edilecek bir zamana denk getirilmiştir. İkindi vaktinde de istirahata ve dinlenmeye ihtiyaç vardır. İşte bu da insanın çalışma vakitlerini ayarlamasına yardımcı olur. Akşam, yatsı ve sabah namazlarının da yeni bir işin veya hayatın yeni bir safhasının başında ve istirahat zamanlarında farz kılınması da, hadiste ifade edildiği gibi kolaylık içindir. Namazların, böyle değişik ve belli vakitlere tahsis edilmesi, insanın yaşamının belirli dönemeçlerinde Allah'a yönelerek manevi güç kazanması ve ruhunu saflaştırmak suretiyle enerjisini tazelemek içindir.           ./..

Prof. Dr. Hüseyin Atay
Kur'an'a Göre Araştırmalar-II

Namaz (1)


İslamda ya hepsini tam yap, ya da hiç birini yapma şeklinde bir kaide ve hüküm yoktur!

Din, insana kainatın varlık kaynağı Vacibül-vücud'a, yani en yüce hayır olan Allah'a bağlanmayı ve sonra işlerini en iyi ve güzel şekilde nasıl yöneteceğini öğretir.

İbadetler, başlı başına bir ünite ve vahdet halindedir. Mesela öğle namazının farzı dört rekattır (seferde iki rekattır). Bu bir ünitedir. Bu dört rekatın ifası için abdest gibi bir takım şartlar bulunmaktadır. Bunlar yapıldığı takdirde öğle namazının farzı eda edilmiş olur. Başka bir şeye bağlı olmadan insan bu namazın sorumluluğundan çıkmış bulunur. 

Öğle na­mazının farzının, ne önceki ne de sonraki sünnetle, ve ne de diğer vakit namazlarının farzları veya sunnetleriyle alakası yoktur. Her biri ayrı ve başlı başına bir ünite ve vahdet olup hepsinin sorumluluğu ve yükümlülüğü ayrı ve müstakildir. 

Farzlar birbirine ve sünnetler de farzlara bağlı değildir. Bunun için bir müslüman beş vakit namaz kılamıyor ise de, herhan­gi bir vakti kılmaya fırsat ve imkan bulursa, o zama­nın namazını kılmalıdır. Hepsini kılamaması halinde kılabildiklerini de ihmal etmesi asla doğru bir man­tık olmaz. Kaç tane kılabiliyorsa o kadarını eda et­miş ve onların sorumluluğundan kurtulmuş olması gerekir. 

İşte Hz. Peygamberin ibadet için en kolay vakitlerin tercih edilmesini tavsiye etmesi, bu açıdan farz ibadetlere de şamildir. Beş vakitten hangisini kılmak kolayına geliyorsa onu kılmalı ve kılabilece­ği kadarını ihmal etmemelidir. İslamın emri ve Hz. Peygamberin tavsiyesi bu yoldadır. Yoksa, İslamda ya hepsini tam yap ya da hiç birini yapma şeklinde bir kaide ve hüküm yoktur. Böyle söyleyenler cahil kimselerdir ve onlardan kaçmak gerekir.          ./..

Prof. Dr. Hüseyin Atay 
Kur'an'a Göre Araştırmalar-II

Fikirlerimizdesin

Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk'e olan sevgimiz hiç bitmeyecek. Türk milleti olarak; O'nu, ebediyete intikalinin 75. yılında bugün; bir kez daha sevgi, saygı, özlem ve rahmetle anıyoruz. 

Recep Altun

Din Kolaylıktır


Başlangıçsız her şeyin evveli, nihayetsiz her şeyin sonu; Kadim, Kerim, fazilet  ve cömertlik sahibi, varlığı kendinden olan Cenab-ı Hakk’a sonsuz hamd ve senalar olsun. Kıyamete dek salat ve selam, Rahmet Nebisi Cenab-ı Peygamber’e, O’nun sahabilerine, O’na uyanlara ve O’nun yolundan giden müminlere olsun.

Namazlarla ilgili konuya girmeden önce din de kolaylık ilkesine bir açıklık getirmek üzere Prof. Dr. Hüseyin Atay hocamın “Kur’an’a Göre Araştırmalar” kitabından orucun başlangıcı ile ilgili ihtilaflı bir konuya nasıl çözüm getirildiğine ilişkin kısa bir bölümü paylaşmak istiyorum.

Hz. Aişe diyor ki: “Cenab-ı Peygamber,  iki şeyden birini yapmak arasında muhayyer kaldığında, günah olmamak şartıyla daima iki şeyden en kolay olanı seçmiştir.” (13) Burada Hz. Peygamber’in fiil ve davranışı bize çok önemli bir kaide öğretiyor. Bir işin yapılışı için çeşitli yollar olduğunda, insanın bu seçimi yaparken uygulayacağı ölçü ve yöntemi bildiriyor.

Mesela, fakihler sahurun ne zamana kadar yenip, imsakın yani oruç tutmanın ne zaman başlayacağı konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. Kimi orucun güneşin doğduğu andan itibaren başlayacağını söylemiş ve bu iddiasına iftarın güneşin batış anında olmasını delil getirmiştir. Kimi de orucun sabahleyin kırmızı aydınlığın ufukta yayıldığı anda başlayacağını söylemiş ve buna Hz. Peygamber’in hadisini delil getirmiştir. (14) Bazı fakihler de sabah beyaz aydınlık ufukta yayıldıktan sonra orucun başlayacağını söylemiş ve bu hususta Hz. Peygamber’in başka bir hadisini delil göstermiştir.

Böylece orucun başlangıcı hakkında üç değişik hüküm olduğu görülüyor. Şimdi bir müslümanın, oruç tutmak istediği zaman bunlardan hangisine göre hareket etmesi gerektiği sorusu ortaya çıkıyor.

Hz. Peygamber’in bizzat kendisinin uygulayarak ortaya koyduğu kaideye göre hareket edilecek olursa, şöyle cevap vermek doğru olur: Bu üç ihtilaflı başlangıç fikrinin her biri mademki delillere göre ileri sürülmüştür, o halde bunlardan birine göre hareket etmek caizdir.  Ama insanların durumları değişiktir. Bunun için kimsenin hepsine tek bir sözle, şöyle yapacaksın demeye hakkı olmamalıdır. Herkes kendi durumunu başkasından daha iyi bilir. Bu yüzden kişi, bu üç durumdan hangisi daha kolayına gelirse ona göre hareket etmeyi seçebilir. Herkesin kendi durumunu değerlendirme sorumluluğu kendisine aittir.

Eğer, güneşin doğmasından az önceye kadar yemek ve içmek mecburiyetinde kalırsa, onu kendisi tayin eder, yer ve içebilir. Başka bir defasında beyaz aydınlığın yayıldığı anda oruca başlayabilir, çünkü durumu öyle gerektirmiştir. Önemli ve doğru olan son sınırı bilmektir. Bu, güneşin doğuşu olduğuna göre, güneş doğmamak şartıyla istediği zaman sahur yiyebilir. Daha önce de yiyebilir. Güneşin doğuşunu daha iyi anlamak için, abdest alıp sabah namazını kılabilecek bir vakit kalana kadar sahur yemeği yemek de caizdir. İşte bu şekilde hareket etmek, dini sınır içinde kalmak üzere kolaylık ilkesine uymaktır. Ama ufukta yalancı bir aydınlık bile görülmeden zifiri karanlıkta oruca başlatmak, dinde kolaylık ilkesini çiğnemektir.


(13) Müslim, c.15, s.83 (Nebevi Şerhi ile), Buhari, c.7, s.101.
(14)Sahih Tirmizi c.3, s.224;Hüseyin Atay, Sahur Vakti, İslam Tetkikleri Enstitüsü, 7-3-4, İst., 1979,İst.Üni.Edebiyat Fakültesi.

Kaynak: Prof. Dr. Hüseyin Atay "Kur'an'a Göre Araştırmalar"

İslam


Merhabalar.

İslamın ana gayesi, insanın dünya ve ahiret mutluluğunu sağlamaktır. Ancak bu inkar edilemez ilk ve son ilkeye karşı çıkılmış, İslamın sadece ahiret mutluluğu için geldiği yalan yanlış asırlarca yazılmıştır. Bu yaklaşımı perçinlemek ve desteklemek için kurumlar (tarikatlar, ahiret terminalleri) ortaya çıkmıştır. Tarikatlar İslami ahiret dini yapıp kendileri dünyanın zevkini çıkarmaktadırlar. İslam toplumcu bir dindir. Bir toplumda insanların bir arada bulunması ve yaşaması gerekir. İnsanlar bir arada yaşamak üzere yaratılmışlardır. 

Din, her şeyden önce ilim, düşünce ve ahlak bütünlüğü içinde bir sistemdir. Dinin özünde ve temelinde bunlar vardır. Bunlardan biri, dinin temel öğeleri arasından çıkarıldığı zaman o din, insanların elinde bir oyuncak ve sömürü aleti haline gelir. Eğer bir dini çökertmek istiyorsanız, bunlardan birini, ikisini veya üçünü, o dinin temelinden çıkarın, böylece onu bir takım sömürücülerin, menavi mafyanın, eşkiyanın eline terk etmiş olursunuz. Onlar da milleti soyar, din adı altında dinlerinden, mallarından ederek köleliğe, esarete ve Allah'tan başkasına boyun eğmeye sürükler.

Müslümanların ilerleyebilmeleri için bu geleneksel din anlayışından kurtulmaları gerekir. Bu ise ancak, Kur’an’a dönüp onu çağa hem uygun, hem de yön verecek bir şekilde yorumlayarak yeni bir din anlayışı geliştirmekle mümkün olabilecektir.  Fakihlerin dininde, yani fıkıhta demokrasi yoktur, fikir hürriyeti yoktur, müslümana din hürriyeti yoktur ve yanlış bir hilafet anlayışı vardır. Sultanlık, diktatörlük, totaliter bir din ve idare anlayışı vardır. Resmi, gayrı resmi dini grupların ve dincilerin din dedikleri, fakihlerin fıkhı olan bu anlayıştır. Bu geleneksel din anlayışından farklı yeni bir din anlayışı geliştirilmedikçe ve ona karşı çıkılmadıkça müslümanların ilerlemesini mümkün görmeyen alimler, seslerini duyurmaya çalışıyorlar. İşte o alimlerden biri de yukarıda görüşlerini “Kur’an’a Göre Araştırmalar” kitaplarından alarak sizlerle paylaştığım Prof. Dr. Hüseyin Atay’dır.

Selam ve dualarımla.


Recep Altun

Can



Cumhuriyet Bayramımız Kutlu Olsun!


Cumhuriyet Bayramımız Kutlu Olsun!



Fotoğraf: Hürriyet Gazetesinin "Cumhuriyet'in Gülen Yüzü Dergisi"nden alındı.

Hayallerinle Gel


Merhabalar,

Pe Hito” tarafından “Hayallerinle Gel” konusuyla mimlenmiş bulunmaktayım. Önce Pe Hito’nun bu ince ve nazik mim davetine huzurlarınızda çok teşekkür ederim.  Her ne kadar sözlük anlamını bilsek de ben yine de Türk Dil Kurumu’na başvurarak hayalin sözlük anlamına baktım ve kökeni Arapça olan bu kelimenin Türkçe’mizde ne anlamlara geldiğini aşağıya örnekleriyle birlikte aktardım.

1. isim Zihinde tasarlanan, canlandırılan ve gerçekleşmesi özlenen şey, imge, hülya
"Mustafa Kemal hayallerin değil hakikatlerin adamı idi." - F. R. Atay
2. Belli belirsiz görülen şey, gölge
3. fizik Görüntü
"İnsanın aynadaki hayali."
4. ruh bilimi İmge
5. Aydınlatılan bir perde arkasında deri veya kartondan yapılmış, hareket edebilen 
resimler ve bunlarla oynatılan oyun
"Hayal yani Karagöz oynatan bir sanatkârmış." - A. Ş. Hisar

İşte bu kadar açıklamayı yaptıktan sonra şimdi hayallerimle gelebilirim.  Mimin konusunu içeren hayal kelimesinin mahiyetinin ilk sırada yer alan: Zihinde tasarlanan, canlandırılan ve gerçekleşmesi özlenen şey, imge, hülya”  olduğunda hiç şüphe yoktur.

Hepimizin umutlarının bağlandığı, gerçekleşmesi özlenen sayısız hayallerinin olduğu muhakkaktır.   

Yeryüzü kan gölüne döndü. Her ne kadar günümüzde eskisi gibi devletler arasında yapılan cephe savaşları gibi savaşlar olmuyorsa da bunun yerini aynı kanın ve gözyaşlarının akıtıldığı bölgesel iç karışıklıklardan kaynaklanan irili ufaklı savaşlar almaktadır. Aynı savaşı biz de akıbetinin ne olacağı belli olmayan PKK terörü ile yaşadık.

Bu bağlamda, yeryüzünde gereksiz yere akıtılan kan ve gözyaşlarının dindirileceği, insanların ve milletlerin birbirleriyle kardeşlik duygusuyla birlikte barış ve huzur içinde güzel geçinip yaşayabileceği mutlu bir dünya düzeni hayal ediyorum. Cenab-ı Hakk, inşAllah bu hayalimin bir gün gerçekleşmesini sağlar.

Selam ve dualarımla birlikte en Güzel’e emanet olun efendim, saygılarımla.


Recep Altun

İlmi İle Amil Olma



Prof.Dr. Hüseyin Atay
Kur'an'a Göre Araştırmalar

Teyemmüm Yerine Abdest Alma


Kur'an-ı Kerim'de namaz kılmak için abdest almanın, eğer cünüplük hali mevcutsa yıkanmanın yani gusletmenin şart olduğu açıkça ifade edilmektedir. Bu şart, namazın dışında herhangi bir ibadet ve dini bir hükmü yerine getirmek için mevcut değildir.   

"Ey inananlar! Namaza kalkacağınız zaman; yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi, başlarınıza dokunup, topuklarınıza kadar ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüpseniz yıkanın, şayet hasta veya yolculukta iseniz, ya da ayak yolundan gelmişseniz, yahut da kadınlarla dokunuşmuşsanız ve su da bulamamışsanız temiz bir toprağa yönelin, onunla yüzlerinizi ve ön kollarınızı sıvazlayın. Allah sizi zora koşmak istemez. Ancak, şükredersiniz diye sizi arıtmak ve size iyiliğini bütünlemek ister." (1) 

Teyemmüm, temiz bir toprağa iki defa el sürüp birincisinde yüzü sıvazlamak, ikincisinde de sol el ile sağ kolu ve sağ el ile sol kolu sıvazlamaktır. Görüldüğü gibi bu ayette hayız zikredilmemiştir. Çünkü tuvalete gitmek nasıl tabii ve insanın iradesi dışında bir durum ise hayız olma durumu da kadınların doğasında olan bir durumdur. Bu bakımdan tuvalete gitme gibi değerlendirilir. Bunun için bu durumda sadece abdest almak yeterlidir.
Su olmadığı zaman teyemmüm edilir. Ancak suyun bulunmayışı iki şekilde olur. Birincisi, gerçekten suyun olmamasıdır. Diğeri suyun hükmen bulunmayışıdır. Su aslında vardır. Ancak su veya hava çok soğuk olduğu için kullanılması hastalığa ve hastalığın artmasına sebep olacaktır. Bu da genellikle gusletmek ve yıkanmak için söz konusudur. Böyle bir durumda cünüp olan yıkanmaz, ama normal abdest alıp namazını kılar. Hayızlı kadın da normal abdest alarak namazını kılabilir. Cünüp olan kadın veya erkek, sıcak su ve mekan bulana kadar normal abdest alarak namazlarını kılarlar. Hayızlığın, cünüp hali sayılmadığı ve aynı hükmü alamayacağı, ona benzemediği açıktır.

Bütün fıkıh kitaplarında, abdestin şart olduğu yerler sayılır. Fakat Kur'an'a ve sağlam hadislere müracaat edildiği zaman namazdan başka yerde abdestin ve guslün yani yıkanmanın şart olmadığı görülür. Namazın dışında da temiz olmak her müslümanın riayet etmesi gereken bir tutumdur. Temiz olmak ile abdest almak veya gusletmek ayrı ayrı şeylerdir. İnsan temiz olduğu halde abdestsiz ve cünüp olabilir. Temizlikten ayrı olarak, belli uzuvların belli şekilde ve özenle yıkanmasına abdestli olma veya abdest alma denir.  Bu ancak namaz kılmak için farzdır. Abdest almak için farz veya nafile namaz ayrımı yoktur, her ikisi kılınmadan abdest almak gerekir.
Fıkha yanlış bir tatbikat geçmiştir. Kur'an'da, su bulunmadığı zaman teyemmüm edilir, dendiği halde, suyun fiilen bulunduğu ancak hava şartlarından veya suyun yıkanılmayacak soğuklukta olması gibi durumlarda da su yoktur hükmü verilmiş ve teyemmüme gidilmiştir. Bu durumlarda gusletmek için suyu yok hükmünde saymak doğrudur. Buna göre gusletmek gerektiğinde su ile gusledilemeyecekse sadece abdest alınır ve namaz kılınır, teyemmüme gerek yoktur. Bu, Kur'an'ın açık ifadesinde mevcut bir hükümdür. Yıkanmak için normal şartlar yani uygun su ve mekan tahakkuk edene kadar böyle devam eder. 

(1) Maide 5/6

Prof. Dr. Hüseyin Atay
Kur'an'a Göre Araştırmalar-I