Zaman


Zaman çalmaya devam ediyor. Neyimiz var, neyimiz yok alıp götürüyor. Yeniden bahara merhaba demeye hazırlanan ağaç, yaşamak için mücadele eden serçe, kış uykusuna yatmış toprağı örtüsüyle hem korumaya, hem de bahar geldiğinde eriyerek beslemeye çalışan kar; işte gerçeklerimiz bunlar...

Koca bir yılı geride bırakmanın hüznü ile yeni bir yıla başlamanın heyecanını yaşarız. Aslında değişen bir şey yoktur. Dönen bir devranın bize yansıyan yüzüdür bu görüntüler.

Önce koca bir yılın ömrümüzden çaldıklarının hesabını yapar, labirente dönen yaşam serüvenindeki hedeflerimize ulaşıp ulaşmadığımızı inceler ve nerede yanlış ya da nerede doğru yaptığımıza bakarız. Ya da bizim dışımızda gelişen olayların bizlere nasıl yansıdığını ve bizleri nasıl etkilediğini düşünürüz.

365 güne sığdırdığımız bu koca bir yılın getirileri ile götürülerinin her anını hatırlamak çok zor olduğu için, hafızamızda yer edinenleri hatırlayabiliriz ancak. Bu vesileyle tüm sevdiklerinizle birlikte sağlıklı, huzurlu ve mutlu nice seneler dilerim. En Güzel'e emanet olun ve sağlıcakla kalın.

Recep Altun

Kar Tanesi



Hava kapalı, kar yağıyor
Konuyorum, bir kar tanesine
Ben umuda düşüyorum
Toprağa düşenlerin aksine.

Savruluyorum sağa sola
Sayısız kar taneleri içinde
Kimse kimseye binmiyor
Herkes mutlu kendi işinde.

Kar tanesi kadar olamadık
Gönüllerde eriyemedik
Bize insan diyorlar ama
Bir türlü insan olamadık!..

Recep Altun Kaman-Kırşehir

Okula Başlarken

27 Mayıs 1960 darbesi sonucu 16 Eylül 1961 cumartesi günü Menderes Hükümetinin Dışilişkileri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile Maliye Bakanı Hasan Polatkan, 17 Eylül 1961 pazar günü ise eski başbakanlardan Ali Menderes Aydın idam edildiler. 

1961-1962 Ders Yılı da,  18 Eylül 1961 pazartesi günü  bu infazların gölgesinde  okulların açılmasıyla başlamış oldu ve ben de Kırşehir ili Kaman ilçesi Yenihayat ilkokulunun 1/A sınıfında 592 nolu öğrencisi olarak okula başlamış oldum.

Hiçbir şeyden haberi olmayan ben, sadece okula yeni başlamanın heyecanındayım. Ama bizim dışımızdaki tüm yetişkinler,  27 Mayıs 1960 darbesini ve bu darbe sonucu yargılanan Menderes hükümeti ile birlikte idam edilen başbakan ve bakanlarını konuşuyorlardı.

27 Mayıs 1960 darbesi ile birlikte infaz edilen idam cezalarının gölgesinde ilk defa okula başladığım günün acısını ancak yıllar sonra idrak edip hissedebilmiştim. 

18 Eylül 1961 pazartesi günü ne garip bir gündür ki; kimilerine acı ve ıstırap, kimilerine de sevinç ve heyecanlar yaşatmıştır. Yüce Allah;  hiçbir milletin çocuklarına, bir daha silahların ve idamların gölgesinde okullarına gitmeyi nasip etmesin inşallah!  


 Recep Altun

Gaz Ocağı


Gaz ocağı; Nuh nebiden evvel kullanılan ve bir zamanların mutfaktaki en lüks ve pratik, yemek ya da çay pişirme gereciydi. Sesli ocak ve ispirtolu ocak olarak ta anılırdı. Gaz ocağını yakmak ve üzerinde sabah çayımızı demlemek, mutfakta en çok zevk alarak yaptığım işlerden biriydi.

Altı kardeşten en büyüğümüz olan kız kardeşimiz evlenerek gittiği için, biz beş erkek kardeş annemizin her türlü ev işlerine yardım ederdik. Sabahları mutfakta gaz ocağını yakarak çayı genellikle ben demlerdim. Çünkü gaz ocağını yakmaktan çok büyük bir keyif alırdım. Gaz ocağının tükenen gazını ikmal etmek ve onun bakımını yapmak ta benim işimdi.

Gaz ocağının, ispirto haznesi dediğimiz ve benim minarenin şerefesine benzettiğim çanağa ispirto kutusundan bir miktar ispirto döküp, kibritle yakarak gazın geçiş yapacağı tüm içi delikli boş borular ile birlikte gazın püskürtme memesinin de ısıtılması sağlanırdı. İspirto çanağındaki ispirto yanarak tükenir ve sönerdi. Daha sonra gaz ocağının teknesindeki pompa çubuğunu seri şekilde bir ileri bir geri çekerek gaz haznesindeki gazın hava ile karıştırılarak sıkıştırılması sağlanırdı. Sıkışan gaz, gaz teknesinin tam ortasındaki ince gaz borusuna monte edilmiş püskürtme memesinden alevlik dediğimiz yanma yerine doğru basınçla hucüm ederdi. Siz de bir kibrit çakarak, bu alevliğin tepesindeki yanma başlığına yaklaştırdığınızda, mavi renkli bir alevle yanmaya başlardı. Bu arada çok ta kuvvetli bir yanma sesi duyulurdu. İşte herkes bu sesten rahatsız olurdu, ama ben o kadar çok zevk alırdım ki, bu yanma sesi adeta bana bir ninni gibi gelirdi. Emin olun kafamı gaz ocağının yanına atar uyurdum. Yanma kokusundan bile rahatsız olmazdım. Gaz ocağı hem evlerimizin hem de bana mahsus olmak üzere, benim vazgeçilmez mutfak gereçlerimizden biriydi.

Bazen gaz ocağının, gaz teknesinde gaz yağından oluşan ufak tefek tortulardan dolayı gazın alevliğe doğru çıkış yaptığı incecik püskürtme memesinin deliğini tıkar ve gaz ocağının sönmesine sebep olurdu. Hemen bir gaz ocağı iğnesinin ucuna monte edilmiş incecik sert teli bu tıkanan ince deliğe batırır, tıkanan nesnenin dışarı atılmasını sağlardık. Tekrar bir kibrit daha yakarak, alevliğin başlığına doğru tutup, gaz ocağının tekrar yanmasını sağlardık.

Gaz ocağının zaman zaman ince püskürtme deliğinin tıkanması sonucu sönmesi durumunda çıkarttığı çiğ gazın sesi ile, yanış halinde çıkarttığı ses farklıydı. Gaz ocağı, söndüğünde sadece bir "tısss" sesi çıkarırdı, yanarken ise bir çeşit horultulu bir ses çıkarırdı. Biz gaz ocağını yakıp üstüne pişireceğimiz yemek tenceresini ya da çaydanlığı yerleştirdikten sonra, bir başka işimizi yapmak üzere mutfaktan ayrılırdık. İşte, o ara püskürtme memesi tıkanınca gaz ocağı söner ve içeri bir çiğ gaz kokusu yayılırdı. Hem sesinden hem de bu kokudan gaz ocağının söndüğünü anlar hemen mutfağa koşar, püskürtme memesini iğneler ve tekrar gaz ocağını yakardık. İşimiz bittiğinde de hava boşaltma kelebeğinini çevirerek gaz teknesindeki havayı boşaltarak, gaz ocağının sönmesini sağlardık. Gaz ocağının en iyi tarafı; hem sobadan ve duvar ocağından daha çabuk pişirirdi, hem de kullanılan gaz yağı, diğer gazlar gibi tehlikeli değildi.

Tavan arasında çürümeye terk ettiğimiz bu emektar ocağı, geçenlerde çıkardım ve yufka ekmek yaptığımız ve tandırlık olarak adlandırdığımız kapalı mekanın duvarına bir çivi çakarak astım ki, oraya girip çıktıkça bari hatırlayalım diye...


Recep Altun Kaman/Kırşehir

Delinin Aşı Tez Pİşer


Merhabalar, sayın blogger arkadaşlarım. Bu sefer değişik bir konuyu ele alarak yöremizde sıkça söylenen bir deyimden bahsetmek istiyorum.

Geçenlerde bir akşam yemeğimizde çorbamız yokmuş. Akşam yemeği vakti de çok yakın, eşim: "hemen bir çorba pişireyim" dedi.  Ben de: "yemek vakti yakındır, çorba yetişmez!" dedim. Eşim de "rahmetlik annen hep bana: 'iki daşar, bir coşar, delinin aşı tez pişer' derdi,  merak etme  iki daşar, bir coşar, benim aşım tez pişer" diyerek akşam yemeği vaktine şehriye çorbasını yetiştirdi ya!  33 yıllık hayat arkadaşımın çok kısa sürede harikalar yarattığını bilmiyor değilim. Ama bu sefer ilk defa bu deyimden bahsederek çorbayı pişirdi ya, ben  de : "acaba hayat arkadaşımın gerçekten deli bir tarafı var mıydı?' diye kendi kendime sormadan edemedim...

Recep Altun

Kanser ve Önyargılar


Kanseri yenen ancak önyargıları yenemeyen bir mühendis kardeşimizin Hürriyet Gazetesinin "Güzin Abla" köşesine gönderdiği mektubu yorum yapmadan sizlerle paylaşmak istedim:

"...Feyza Hanım, içim öfke dolu ve çaresizim. Ben 40 yaşında mühendis bir beyim. Bundan yedi yıl evvel kansere yakalandım. Bu illet beni her açıdan bitirdi. Çok güzel bir evliliğim olduğunu düşünürken beni çok sevdiğini sandığım eşim, hem maddi hem de manevi açıdan bu zorlu sürece dayanamadı ve beni terk etti.

Neyse ki beni asla terk etmeyecek annem ve babamın sevgisiyle bu illetten iki yıl evvel kurtuldum. Ama tahmin edersiniz ki bu hastalık süresince bakım masrafları beni ve ailemi bitirdi. Babam beni yaşatmak uğruna tek güvencesi olan evini bile sattı. Şu an kirada oturuyorlar. Ben ise bu son iki yıldır bir türlü iş bulamıyorum.

Rahatsızlığım sonrası oluşan bazı yan etkilerden dolayı başvurduğum hiçbir işyeri olumlu cevap vermiyor. Hatta iş görüşmeleri sırasında alaycı bir tarzla karşılaşıyorum. İnsanların bu alaycı tutumları karşısındaki öfkemi ve çaresizliğimi ifade edemem.

Ama beni en çok üzen yaşlı annem ve babama yaşattığım bu sıkıntı. Çünkü onlar için benim yaşıyor olmam en büyük sevinç kaynağı ve iş bulamasam da asla üzülmemem gerektiğini ifade ediyorlar.

Aldıkları üç kuruş emekli maaşından bu yaştan sonra bana harçlık veriyorlar. Oysa onlar bunu asla hak etmiyorlar. Ama ne yapabilirim, bilmiyorum..."

RUMUZ:Öfkeli

Yunus'luk Yaraşır Sana


Yunus Emre Altıntaş'a İthafen;

“Dayı” dedi,söz verdi
"Merak etme sen”
Aradan bir yıl geçti
Allah’ını seversen!

Bu bir yıl nasıl geçti
Onu gel sen bana sor
Vallahi canıma yetti
Anlatması çok zor.

Söz namustur, şereftir
Tutulmak için verilir
Gerekirse söz için
Serden bile geçilir.

Eğer, gerçek Yunus isen
Ahde vefa et yeter!
Senden fazlasını isteyen
Olsun düşmanından beter!

Ben bunu bilir, bunu söylerim
“Zalim olma Yunus” derim
Yine de sen bilirsin, ama
Yunus’luk yaraşır, sana!..

23.02.2007-Ankara
YazBlogcu

Hacı Mandal Mührü


Dilimizde Hacı Mandal mührü diye bir deyim vardır; genellikle, “dediğim olsun da sonu nereye varırsa varsın” makamında kullanılır. İşte bu deyimin ortaya çıkışıyla ilgili olarak da hatıramızda bir mülemma vardır.

Rivayete göre bir ramazan günü, yeni cami avlusundaki mühürcülerden birinin başına bir denizci dikilmiş. Gayesi mühür kazıtmak. Ancak mühürde her şey olsun istiyor ve ısrarla ;
-Yaz baba, yaz. Ben İneboluluyum. Orada bize Hacı Kara Mandal Oğulları derler. Denizde bir teknem var; teknemin ardında da bir sandal bağlıdır. Bunların hepsi mühürde yer alsın ha, diyor!...

İhtiyar mühürcü bu kadar sözü madeni para büyüklüğündeki bir mühür üzerine nasıl sığdıracağını düşünürken, bereket versin, o sırada yoldan geçen şair yaratılışlı biri, muhavereyi duyup imdada yetişmiş:
-Efendi baba, kaptanın istediklerini ben söyleyeyim, siz yazın:

"Es-Sefînetü maa's-sandal
İnebolulu Hacı Kara mandal”

Adamın söze verdiği icazı yine nazmen tercüme etmek gerekirse :

Sandalı arkasında bağlı bir gemi
İnebolulu Hacı Kara Mandal, sahibi”

demek olur.

Kaynak: İskender Pala

İnkalar




Merhaba Arkadaşlar;

Ben tarayıcı olarak Mozilla Firefox'u kullanıyorum ve herhangi bir problem yaşamıyorum. Ancak, bu sunumu izlemek için bloğumu İnternet Explorer'de açmayı denedim ama malesef sunuma ulaşamadım!

İnkalarla ilgili bu sunum bana bir e_mail ekinde gelmişti. Benim de ilgimi çekti ve Blogger'de bunun nasıl yayınlanacağını araştırdım ve öğrendim.  Denemek üzere  ilk sunum gösterimini  sizlerle paylaşmak istedim. Sunumu,  kaydırma çubuğu ile değil de oynatıcıdaki sağ ve sol ok çubuğuyla izleyin. Her bir sunum resminin bir kareye sığması için özel yükseklik ayarı yaptım. Bundan böyle sizlerle daha sık değişik sunumlar paylaşabilirim!

Ücretsiz Tedavi



ÖNEMLİ DUYURU

İstanbul Üniversitesi Kulak Burun Boğaz Anabilim Dalı olarak 12 yaş altı işitme problemi olan, maddi durumu kötü, hiçbir sağlık güvencesi olmayan fakir çocukların tüm tedavisini ve kullandıkları işitme cihazını ücretsiz karşılayacağız. 

Çevrenizde bu tür çocuklar varsa lütfen benim  telefonumu verin.

SEMA ONAY  (Rektör Asistanı)
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Yurtiçi Yayın Koordinatörü
Cep Tel:               0543 291 65 65        0532 504 02 22 


Bu duyuru sizin için hiçbir şey ifade etmiyor olabilir ama, belki de ulaştıracağınız bir kişinin vasıtasıyla bile hiç tanımadığınız birçocuğun umudu, zor dünyasında bir ses olabilirsiniz, elimizden geldiği kadar çok kişiye iletelim lütfen..

Öğretmenler Günü



Sevgili Öğretmenlerimizin Öğretmenler Günü Kutlu Olsun!

Akıldane


Köyün birinde bir köylünün ahırındaki öküzünün başına kazara bir çömlek geçmiştir. Öküzün sahibi ahırda bu durumu görünce, çömleğe ve öküze zarar vermeden çömleği kendi imkanıyla çıkarmaya çalışmışsa da, çömleği öküzün başından çıkaramamıştır. 

Durumu köy ahalisine haber vermiştir.  Biriken ahali de bu duruma bir çözüm bulamayınca,  olayı çözmesi için komşu köydeki “Akıldane” lakaplı köylüye gelmesi için haber gönderilmiştir. Komşu köyden akıldane gelmiş, öküzün başına geçmiş olan çömleği uzunca bir müddet inceledikten sonra, ahaliye dönerek: “Yıkın öküzü!” demiş, ahali elbirliği ile güvenilir akıldanenin talimatını yerine getirmek üzere hemen öküzü yere yatırmışlar. Akıldane: “Kesin öküzün kafasını!” demiş, ahali hiç itiraz etmeden hemen öküzün kafasını kesmişler. Zavallı öküzün çömlekli kafası, gövdesinden ayrılmış kanlar içinde yerde kalmış. Akıldane: “Kırın çömleği” demiş, ahali kırmış çömleği. Akıldane: “ İşte öküzünüzün kafası, işte çömleğiniz!.. ” demiş.

Öküzün sahibi ve ahali birbirlerinin yüzlerine şaşkın şaşkın bakarak : “Biz bunu nasıl akıl edemedik!.. ” demişler...

Yüce Allah bizleri, böyle akıldanelerin aklından korusun inşallah!

Kurban


Kurban Bayramı geldi. Her haneyi bir kurban telaşı sardı. İnsanların maddi olarak gücü yetse de, yetmese de,  illa bu kurbanı kesmek uğruna; geçimini riske sokan,  yersiz sıkıntılara giren kardeşlerimizi görmek mümkündür. Oysa kurbanı kimlerin keseceği,  İslam dininde tartışmasız çok açık bir şekilde aşağıda bahsedildiği üzere dört şarta bağlanmıştır.

Vacib olan kurban görevi, Hakk yolunda fedakarlığın bir nişanıdır. Yüce Allah’ın verdiği nimetlere karşı yapılan bir şükürdür. Kurban Bayramında ibadet niyeti ile kurban kesmek: Hür, mukim(yolcu olmayan), Müslim ve zengin kimseye vacibtir.

Şartlardan biri zengin olmaktı. Kurban kesebilmek için, demek ki zengin olmak gerekiyor. Ama günümüz de zengin de, fakir de kurbanı kesiyor; kesilen kurbanları, Yüce Allah,  indinde kabul ve makbul eylesin.

Zengin olmadığı halde, illa kurbanı kesmek için büyük sıkıntılara giren kardeşlerimize neden kurban kestiğini sorduğunuz zaman “Hem Allah’ın rızasını kazanmak için, hem de ‘kurbanı yokmuş’ demesinler ve çoluk çocuk onun bunun eline bakmasın diye kesiyorum!” der.

Benim de maddi gücüm kurban kesmeye elverişli değil, yani zengin olmadığım halde, geçimimi risk ederek kurban kesiyorum. Neden kurban kesiyorum? Yüce Allah'ın rızasını kazanmak için mi, yoksa “kurbanı yokmuş, kurban kesemiyormuş  demesinler” diye mi?

Yaptığımız ve yapacağımız tüm ibadetlerimiz de önce Yüce Allah’ın rızasını gözetmemiz gerektiğini unutmamakla birlikte, yaklaşan Kurban Bayramınızı kutlar, daha nice bayramlara sağlık, barış ve huzur içinde  kavuşmanızı dilerim.

En Güzel’e emanet olun ve sağlıcakla kalın sevgili blogdaşlarım.

Recep Altun

Değirmenimden Mektuplar


Merhabalar,

Belki merak etmişiniz diye bu sefer bloğuma verdiğim ismin kaynağından söz etmek istedim. İnternet üzerinden araştırma yaparken değirmen ve mektup ikilisinden oluşan bir isim gözüme çarpmadı değil... Etkilendim... İnternette karşılaştığım bu hikaye kitabının adı "Değirmenimden Mektuplar" ve yazarı da Alphonse Daudet'ti. Bu hikaye kitabını Milli Eğitim Bakanlığı, ilköğretim100 Temel Eserler grubuna almış ve yazarının da "En beğendiğim eserim" dediği kitabın isminden etkilendim ve söz konusu kitabın ismiyle aynı olmasın diye ben de bloğuma "Değirmenden Mektup Var" ismini vermiştim.

Bugün kitabı bir yayınevinden aldım ve inceledim. Kitabın önsözden sonra  30 değişik hikayeden müteşekkil olduğunu gördüm.  Kitabın önsözden sonra ilk hikayesi olan "Yerleşme" yi sizlerle paylaşmak istedim.

YERLEŞME

Buna en çok şaşanlar tavşanlar oldu! Değirmenin kapısının kapalı ve duvarlarla öndeki düzlüğü otlar bürümüş göre göre, sonunda değirmencilerin kökü kurudu sanmışlar ve yeri uygun bularak, burasını tıpkı bir karargaha, stratejik bir üsse dönüştürmüşlerdi. Burası sanki tavşanların Jemmapes değirmeni olmuştu. Geldiğim gün, bunlardan, abartısız yirmi kadarı, çepeçevre düzlüğe oturmuş, ön ayaklarım ay ışığına uzatıp ısınmaktaydılar. Pencereyi aralar aralamaz, fırt! Bütün ordugah bozguna uğradı ve kuyruk havada, bütün o küçük beyaz kıçlar, haydi fundalığa. Umarım, yine gelirler.

Beni görünce şaşıranlardan biri de, yirmi yıldan beri değirmende oturan, birinci katın kiracısı, düşünür tavırlı, yaşlı ve korkunç bir baykuş oldu. Kendisini yukarı ki odada, ana milin üstünde, sıva ve kiremit parçalan arasında dimdik ve kıpırtısız buldum. Bana yuvarlak gözleriyle bir an baktı, sonra beni yabancı bulmuş olacak ki, "Hu! Hu!" demeye ve tozdan kurşuni bir renk almış kanatlarını güçlükle çırpmaya başladı. Ah, bu düşünürler! Fırça nedir, bilmezler!... Neyse, bu kırpışık gözlü ve asık yüzlü sessiz kiracı, bu haliyle hepsinden çok hoşuma gitti. Ben de hemen kira sözleşmesini yeniledim. Eskisi gibi değirmenin bütün üst katı, çatıdaki girişiyle birlikte onun olacak. Bana da alt kattaki beyaz badanalı, tıpkı bir manastır yemekhanesi gibi basık ve kemerli küçük oda kalıyor.

İşte size oradan yazıyorum. Kapım ardına dek açık, çevre günlük güneşlik. Işık içinde, pırıl pırıl, güzel bir çam korusu, karşımda, yamacın eteklerine uzanıyor... Ufukta Küçük Alpler'in zarif tepeleri beliriyor... Çıt yok... Ancak uzaktan uzağa bir kaval sesi, lavanta çiçekleri arasından bir kurlinin ötüşü, yoldan da bir katır çıngırağı... Bütün bu güzel Provence görünümü, ancak ışıkla can buluyor.

Artık, nasıl olur da ben, sizin o gürültülü ve karanlık Parisinizi özlerim! Değirmenimden öyle hoşnutum ki! Burası tam istediğim gibi, gazetelerden, faytonlardan, sisten fersah fersah uzakta, güzel kokulu, ılık bir köşe! Çevremde ne güzel şeyler var! Henüz yerleşeli sekiz gün olmadan, içim anı ve izlenimlerle dolup taşıyor... Bakın, daha dün akşam yamacın eteğindeki bir çiftliğe sürülerin dönüşünü seyrettim. Vallahi bu hafta içinde Paris tiyatrolarında taze taze gördüğünüz bütün o oyunlara bu görünümü değişmem. Siz hak verin!

Şunu bilin ki, Provence'ta sıcaklar başlayınca, davan Alplere göndermek görenektir. Hayvanlar ve insanlar bir arada, yukarıda açık havada, bellerine değin ota gömülü, beş altı ay kalır; sonra, güzün ilk serinliğinde çiftliğe inilir ve biberiye kokan boz tepeciklerde uslu uslu otlanır. Evet, dün akşam sürüler dönüyordu; sabahtan beri çiftlik kapısının iki kanadı da ardına dek açıktı, ağıllar taze samanla doluydu. Herkes, s;ıat başında, birbirine "Şimdi Eyguieres'e varmışlardır; şimdi Paradou'dadırlar," diyordu. Sonunda akşama doğru, "işte gölündüler!" diye bağrışıldı. Artık ta uzakta, sürünün bir toz bulutu içinde yaklaştığını görüyoruz. Sanki bütün yol sürüyle birlikte yürüyor gibi.

Başta tos vurur gibi boynuzlarını uzatmış, yaban yaban, yaşlı koçlar yürüyor, arkada da yavrulamışları biraz bezgin, kuzulan ayak altında, bütün koyun sürüsü geliyordu. Sonra bir günlük kuzulan küfede sallaya sallaya taşıyan kırmızı ponponlu katırlar, sonra dilleri bir karış sarkmış, kan ter içinde çomarlar, daha sonra da harmani gibi topuklarına dek inen devetüyü renginde abalarına bürünmüş iki kabadayı çoban.

Bütün bu topluluk, keyifli keyifli önümüzden geçiyor; bir sağanak gürültüsüyle yeri çiğneye çiğneye kapıdan içeri dalıyordu. Evdeki telaşı görmeliydiniz! Sorguçlu ve yeşilli, yaldızlı kocaman tavuslar, tünekleri üstünde, gelenleri tanıdılar ve korkunç bir boru sesiyle karşıladılar. Kümes halkının uykusu basma sıçradı, herkes ayakta: Güvercinler, beçtavukları, ördekler, hindiler, hepsi... Bütün kümes çılgına döndü, tavuklar sabahlamayı akıllarına koymuşlar!.. Sanki her koyun kendi postunda yabanıl bir Alp kokusu ve dağların o insanı sarhoş eden ve zıp zıp oynatan keskin havasından biraz getirmiş.

İşte böyle bir gürültü patırtı içinde, sürü yerine yerleşiyordu. Bu nasıl da hoş bir yerleşme. Eski yemliklerini görünce, yaşlı koçların gözleri sulanıyor, kuzular, miniminileri, yolda doğup da çiftliği hiç görmemiş olanları, şaşkın şaşkın, çevrelerine bakıyorlardı.

Ama en dokunaklısı, köpeklerin haliydi: O sürünün çevresinde hani  koşup duran ve çiftlikte gözleri sürüden başka bir şey görmeyen babacan çoban köpekleri!.. Evin köpeği, kulübesinden istediği kadar kendilerini çağırsın, kuyunun ağzına dek soğuk suyla dolu kovası, istediği kadar onlara işaret etsin; boşuna! Onlar, sürü ağıla girmedikçe, küçük çit kapısının sürgüsü sürülmedikçe ve çobanlar alçak tavanlı yemekhanede sofra başına oturmadıkça, hiçbir şeye kulak asmıyorlar. Ancak o zaman kulübelerine girmeye razı oluyorlar ve tiritlerini yalayıp yutarken, o kurtların dolaştığı ve ağızlarına dek çiğle dolu kıpkırmızı, koskocaman yüksük otlarının bulunduğu karanlık diyarda neler yaptıklarını anlatıyorlar.

Kaynak: Değirmenimden Mektuplar-Alphonse Daudet

Nitelikli Çocuklar

Hacettepe üç değil nitelikli çocuk dedi

Hacettepe Üniversitesi'nin yaptığı kapsamlı araştırmaya göre, Türkiye'nin genç ve dinamik nüfusu tehdit altında bulunuyor. Kitap haline getirilen araştırmada Başbakan Tayyip Erdoğan'ın “Üç çocuk yapın” tavsiyesine atıf yapılarak, “Nicelik değil nitelik planlanmalı” görüşü savunuluyor.

Sonuçlar, Türkiye'de demografik yapının önemli bir değişme süreci içinde bulunduğunu ortaya koydu. Bu yapı değişikliği ya da demografik geçişin Türkiye için sonuçlarına ilişkin şu değerlendirmelere yer veriliyor:

Karamsar tablo

- Türkiye'nin nüfus büyüklüğü, içinde bulunduğumuz yüzyılın ortalarında yüz milyonun altında kalarak durağanlaşacak.
- Yetişkin nüfusun (15-64 yaşındaki nüfus) toplam nüfus içindeki payı, yüzyıl ortalarına kadar artmaya devam edecek. Bu gelişme Türkiye'nin giderek artan oranda bir ‘istihdam' sorunu ile karşılaşacağını gösteriyor.
- Yaşlı nüfusun (65 ve üstü yaşlardaki nüfus) toplam nüfus içindeki payı da artmaya devam edecek. Yaşlı nüfus hacminin artmasının temel nedeni doğurganlık hızındaki düşme.

Genç nüfus gerileyecek

Araştırmaya göre doğurganlık seviyesinin azalmasının bir sonucu olarak günümüzde yüzde 27 düzeyinde olan 15 yaşın altındaki nüfusun toplam nüfus içindeki payı hızla azalarak 2023 yılında yüzde 20-22 seviyesine gerileyecek. Kitapta, bu sürece ilişkin şu değerlendirmeler yer aldı:

“Bu süreç, Türkiye nüfusunun genç nüfus olma özelliğinin hızla ortadan kalkması anlamına gelmektedir. Bu durum, Türkiye'de çocuk sayısı üzerinden yürütülmekte olan nüfus tartışmalarının, bundan sonraki süreçte nitelik yani çocuğun bugününe ve yarınına ilişkin olarak yapılacak eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, istihdam gibi yatırımların planlanması üzerinden yürütülmesi gerektiğini de ortaya koymaktadır.”

Yağlı gıdalar sperm düşmanı

ÇOK yağlı yiyeceklerle beslenmenin, spermlere zarar verebileceği belirlendi. Harvard Tıp Fakültesinden bilim adamlarının yaptığı araştırma, doymuş yağ ve tek doymamış yağ asidi oranı yüksek yiyeceklerle beslenen erkeklerin sperm sayısının azalabileceğini ortaya koydu.
Araştırma, özellikle omega 3 ve omega 6 gibi yağları içeren gıdalarla sağlıklı beslenen erkeklerin spermlerinin sağlıklı olduğunu gösterdi.
Sucuk, salam, sosis gibi şarküteri ürünlerinde doymuş yağ oranının yüksek olduğunu, zeytinyağının tek doymamış yağ asidi içerdiğini belirten bilim adamları, beslenme alışkanlıklarında yapılacak bazı değişikliklerin genel sağlığın yanı sıra üreme sağlığına faydalı olabileceğini vurguladı.

Kaynak: 02 Kasım 2010 Hürriyet Gazetesi

Babalar ve Bilgisayarlar

Gazete küpürünü okumak için üzerine tıklayın!

Alıntı:02 Kasım 2010 Salı  Hürriyet Gazetesi Kelebek Ekinden

Orhan Kemal



Orhan Kemal´in 1968 yılında yazdığı ve 1969 yılında hem Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü hem de Sait Faik Hikaye Armağanı kazanan kitabı Önce Ekmek, bu büyük romancının öykücülükte de ne kadar büyük bir kalem olduğunu gösteriyor. Kent insanının yaşama ve şehre tutunma uğraşısını, kavgasını anlatan bu öyküler, tüm Orhan Kemal yapıtlarında olduğu gibi, okurun insana dair inancını besliyor, güçlendiriyor ve direnme gücünü artırıyor.

Orhan Kemal´in kitapları bir okurun hayatta rastlayabileceği o çok nadir hazineler arasında yer alır. Çok az yazar, okurunun dünyasında onun kadar iz bırakır, okurunu onun kadar biçimlendirir. Orhan Kemal umudu ve aydınlığı yeniden kazanmamız için yol gösterir bize.

Öykülemenin önemli bir öğesi olan aşağıdaki konuşturma anlatısını sizlerle paylaşmak istedim. Okuma zahmetine katlanan arkadaşlarıma çok teşekkür ederim.

"Birden, eli değnekli bir sokak çocuğu ezmemek için şaşılacak bir manevra yaptığı halde yalın ayaklı oğlan, elindeki değnekle arka çamurluğa vurmuştu. Aklı gitti. Bu şehirde belediyenin olup olmadığını unutarak, kuvvetli bir frenle zınk, durdu. İndi. Çocuğa hınçla baktı. O da kendisi kadardı. Bacağında yamalı kaba uzun pantolon, ayakları yalın, kirli, tırnakları kara kara, uzun uzun.

-Ezmedim diye mi vurdun bisikletime?
-Ezemedin ki!
-Manevra yapmasaydım görürdün.
Sokak çocuğu:
“Boş ver” dedi.
-Bana bak!
Sokuldu:
-Bakıyorum.
-Fena yaparım ama sonra!
Az daha sokuldu:
-Ne yaparsın?
-Ne mi yaparım?
-Ne yaparsın lan, yap da görelim!
Bisikletin tekerleğine bir tekme!
Bisikleti için durum ciddiydi. Bisikletini kaldırıma dayayıp yalınayaklı çocuğun yanına geldi. Beyaz kepini sinirli sinirli düzelttikten sonra;
-Benim kim olduğumu biliyor musun?
“Kim olursan ol” dedi öteki.
-Kim olduğumu bilsen böyle konuşmazdın!
-Sen de benim kim olduğum bilsen böyle konuşmazdın!
-Senin kim olduğun hiç önemli değil!
-Asıl senin kim olduğun önemli değil!
-Beş’i beş iyiyle bitirdim ben!
-Ben de on’u bitirdim!
-Sen de benim kadarsın, nasıl bitirebilirsin on’u?
-İnanma oğlum, bitirdim işte.
-Benim bey babamı tanıyor musun, bey babamı?
-Vızgelir!
-Beybabamı tanısan böyle konuşmazdın!
-Vızgelir tırıs gider lan!
-Benim bey babam bu ilin en büyük avukatı!
-Benim bey babam da dünyanın en büyük avukatı!
-Benim bey babama belediye reisi bile vız gelir! Türkçeci notumu kırmasaydı okulu birincilikle bitirecektim. Hem biz bu yaz İstanbul’a gideceğiz. Orada Galata kulesi var biliyor musun? Haminnem orda, halam orda, eniştem…
-Hadi lan hadi, fiyaka sökmez bize. Ben bizim mahalledeki İdris’i bile tuşa getirdim!
-Ben İdris değilim ama?
-İdris senin gibi üç tanesini kabak gibi vurur yere!
-Evet vurur. Ben vitamin hapları alıyorum… Ne haber? Sonra annem ekmeğime tereyağ sürüyor, reçel sürüyor, rafadan yumurta yiyorum. Küçük halam diyor ki…
Bisikletliyi elinin tersiyle itti:
-Senin küçük halan da vız gelir!
-Ne demek istiyorsun?
-Hayır , sen ne demek istediğini söyle!
-Sen söyle asıl!
-Sen……
- ……
- …………"
(Orhan Kemal, Önce Ekmek, İstanbul 1968)

Cumhuriyet Bayramı


Cumhuriyet Bayramımız Kutlu Olsun!

Ödül Paylaşımı


Hemşehrim ve Blogdaşım Yavrukartalın Pençeleri (Küçük Hala) "One Lovely Blog Award" ödülü ile ödüllendirilmiş. O da kural gereği bu ödülü, 15 blogger arkadaşıyla paylaşmak üzere, listesine beni de dahil etmiş. Ben de bloğunu ziyaret ederek büyük bir memnuniyetle ödülümü aldım. Kendisine çok teşekkür ediyor, başarılarının devamını diliyorum.

Gerçek Aşk


Saygıdan olur sevgi
Sevgiden aşk
Bulamazsın dengini
Olduğunla eyle meşk

Sen, sen ol, unutma
Bu dünya fani
Güzelliğe kanma
Değişmez sonu

Sevdiğini sandığın 
Görünce kandığın
Zahiri yalandır
Uğruna öldüğün

Tek bir vücud vardır
Vucud-ı mutlaktır
Vahdet-i vücut olan
Hazreti Allah’tır.

Recep Altun, Kaman-Kırşehir

Yunus Emre


İslam tasavvufu ve vahdet-i vücud görüşünü edebiyatımızda en güzel dile getiren şair Yunus Emre’dir. İslam mistizmini hiç kimse, Yunus kadar açık, sade, derin, samimi ve heyecanlı bir şekilde terennüm edememiştir. Yunus Emre son derece coşkun, içli, lirik şiirler meydana getirmiştir. Bu bakımdan o, Türk tasavvuf edebiyatının çok kudretli, divan şairleri de dahil, en büyük şairidir.

Tasavvufun esası ilahi aşktır. Mutasavvıflara göre tek bir vücud, vücud-ı mutlak vardır. O da Allah’tır. Yunus Emre de bu esastan hareket ederek, hayat ve ölümü, kainatı bu görüşle izah etmiştir. 

Aşağıda Yunus Emre Divanı’ndan hayatı ve ölümü anlatan bir şiirine yer verilmiştir.   


Geldi geçti benim ömrüm benüm şol yil esüp geçmiş gibi
Hele bana şöyle geldi şol göz yumup açmış gibi

İşbu söze Hak tanukdur bu can gevdeye konukdur
Bir gün ola çıka gide kafesden uçmuş gibi

Miskin adem oğlanını benzetmişler ekinciye
Kimi biter kimi yiter yire tohum saçmış gibi

Bu dünyada bir nesneye yanar içüm köynür özüm
Yiğid iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi

Bir hastaya vardun ise bir içim (su) virdün ise
Yarın anda karşu gele Hak şarabın içmiş gibi

Bir miskini gördün ise bir eskice virdün ise
Yarın anda sana gele Hak libasın biçmiş gibi

Yunus Emre bu dünyada iki kişi kalur dirler
Meğer Hızır İlyas ola ab-ı hayat içmiş gibi

Yunus Emre

Gerçek Dost

Yüzümüze vurmuşsa kalbimizin temizliği
Gücüm yetmez yazmaya, bendeki yüreği
Ne zaman terk ederiz "ben"i, olursak "biz"
Kimse bozamaz artık, bizdeki bu beraberliği.

Recep kulun, sabredip her acıya tatlandı
Boyun verdi yılmadı, her zahmete katlandı
Çok mihnet çekti, etmedi kimselere minnet
Gerçek dostun gönlünde yaya iken, atlandı.

YazBlogcu

Vatan Toprakları

"İrlanda'nın batı kıyısında, artık terkedilmiş bulunan bir köyde yaşayan yaşlı bir kadın köyün kuyusundan kovalarını daha yeni doldurmuş, denize bakıyordu. Kocası ölmüş, yedi oğlu da, onun deyişiyle, "toparlanıp" Massachusetts'de Springfield'e "gitmişlerdi". Birkaç gün önce oğullarından biri mektup yazmış, son günlerini rahat geçirsin diye onu da yanlarına çağırıyormuş. Gitmeye razı olursa, yol parasını da gönderecekmiş. Ayrıntılarıyla anlattı bütün bunları, sonra da tepelerdeki tezek yığınına gitmek için nasıl yorulduğundan, tavuklarının öldüğünden, karanlık isli kulübesinden yakındı; düşündeki Amerika'nın, kaldırımlarından altın toplanabilecek bir Eldorado olduğundan, Cork'a kadar yapması gereken tren yolculuğundan, denizleri aşmaktan söz açtı, ama kemiklerinin ancak İrlanda toprağında dinlenebileceğini söyledi."


Resim ve Yazı Alıntıdır.

Senede Bir Gün


Üzerine çiğ düşmüş yaprak gibi gözlerim
Gün ışımadan uyanır, hep onu beklerim
Ona söyleyemediklerimi kağıtlara dökerim
Ben de, bir gün buraları terk eder giderim.

Ben seni gerçekten sevdiğimi bilemedim
“Geçici bir hevestir, sana yazık olur” dedim   
Bu nasıl bir sevdadır ki, izlerini silemedim
Bir kez elinden tutup, doyasıya sevemedim

Aradan çok yıllar geçse de, küllenmez bu yara
Yüreğimizde ki  sevdamız için gelsek bir araya 
Senede bir gün de olsa, o güzel aşkın şarkısıyla
Helalleşip ayrılalım aşkların en güzel vedasıyla.

Recep Altun Kaman-Kırşehir

Güz Düşü


Sonbahar tutar benim elimden
Sırlara doğru bir yolculuk başlar
Kurtulurum elem ve kederimden
Bu mevsimdedir en hüzünlü aşklar.

Ne güzel bir güz dokumasıdır
Gönlümün pas tutmuş tezgahında
Ben kendimi bulurum
Bu mevsimin hazanında.

Güneşi bir başka güzel!
Rüzgarı bir başka…
Yazdan kalan yorgun ruhum
Uzanır güz akşamlarına…

Güzün renkleri sarar dünyamı
Ardına kadar açarım gönül kapımı
Belki bir Tanrı misafiri çıkagelir de
Çalmadan girer, tozlu tokmağını.

Recep Altun Kaman-Kırşehir

İtibar Eden Yok


Piyasaya fabrikasyon un değirmenleri çıktığından beri,  bizim tabiat gücü ile çalışan değirmenimize itibar eden yok artık! Eee,  ayakta kalabilmemiz için,  bizim de  çağın gerekleri doğrultusunda her açıdan kendimizi yenilememiz gerekiyor herhalde…

Oysa ben,  şırıl şırıl akan suyun ya da rüzgarın gücüyle dönen değirmen taşları arasında ezilen buğday tanelerinden oluşan unu çok seviyorum.  Bu undan yapılan ekmeğin kokusu da, tadı da bir başka oluyor.

Tadları ve lezzetleri unutmaya yüz tutmuş damaklarımıza ve  doğallığın sağladığı doğal gıdaya ihtiyacı olan bedenlerimize insaf etmeliyiz.

Nasıl olsa,  günün birinde doğal gıdalarımız hepten yok olacak ve küçücük tabletlere sıkıştırılmış öğünlerimizi damaklarımıza değmeden bir bardak suyla alacağımız günleri de göreceğiz!.. 

Recep Altun Kaman-Kırşehir

Yaralı Yürek


İstanbul sisli, İstanbul duman
Bir derde tutulmuşum ki, halim yaman
Martılarla birlikte bekledim yolunu
Uyanıp ta gelirsin diye,  kış uykusundan.

Kıvırcık saçlarına doladığım sevdamın
Bir ömre yetecek kadardı düğümü
Ne zaman aklın başına gelecek canım?
Duyduğun zaman mı öldüğümü?

Şurada yaşayacağımız kaç gündü
Bu sevdanın ateşi ne çabuk söndü?
Hani, aşkın gözü kördü?
Aramızdaki sevgi büyümeden öldü.

Daha yeni geçmişti aşıklar katarı
Kahpe felek, yine beni attı  dışarı
Erimez artık bu yaralı yüreğin karı
Kalana ibret olsun bu sevda masalı.

YazBlogcu

Yoksulluk


Yoksulluk bizi hiç terk etmedi
Yapıştı sırtımıza kara sakız gibi
Biz kaçtıkça, o üstümüze geldi
Başımızın püsküllü belası gibi.

Anlaşıldı, kurtuluş yok ondan
Zenginlik gelmesin sonradan
Sonradan görenin hali nicedir
Bu fakirlik bize daha iyicedir.

YazBlogcu

Folklor

Kırşehir ili Kaman ilçe merkezindeki ilköğretim okullarımızla birlikte bazen de köy ve belde ilköğretim okullarımıza kadar uzanan  halk oyunları çalışması ile sene sonu öğrenci gösteri çalışmalarına Kaman Halk Eğitim Merkezi Memuru arkadaşım Yılmaz Dursun ile beraber katılırdık. O bağlama icra ederdi, ben de yerine göre keman ve kabak kemane icra ederdim. Bu güzel faaliyetlerimizle ilgili fotoğraf karelerine yer vererek sizlerle paylaşmak istedim.







Referandum



Referandumun sonucunu aldık. Başbakan'ın istediği oldu. Artık önünde durabilecek hiçbir güç yok. Şimdi kafasının içindekileri hayata geçirmesinin zamanıdır.

Artık "yargı" ona ayak bağı olmayacak. Ayak bağı olmak ne kelime, artık orayı da istediği gibi yönlendirecek, istediği kararları çıkaracak, istediği davalara istediği yargıç ve savcıları atayabilecek.

Bugüne kadar iktidar gücü elinde değilmiş gibi yapamadığı her şey için birilerini suçluyordu.

Şimdi önünde engel kalmadı. Ne biliyorsa yapmasının zamanıdır. 2012'de Çankaya'ya cumhurbaşkaı olarak değil de başkan olarak çıkmaya hazırlanan Başbakan,  "Başkanlık sistemi " sinyallerini çoktan verdi bile..

Ne art niyetliyim, ne de ön yargılıyım; ben ülkem için sadece en iyisini, en güzelini ve en doğrusunu istiyorum!

Buruk Bayram Sevinci


Ramazan Bayramınız kutlu olsun!

Her hanenin unutulmayan acıları vardır. Bayramlar gelir kutlanır ama; bayramlar öksüzdür, bayramlar yetimdir. Bu hanelerde bayramlar bir buruk kutlanır işte!

Bu yetim ve öksüzlerin bayramını dile getiren yöremizin bir de bozlağı vardır. Rahmetli Çekiç Ali’ye ait olan bu bozlağı hemşehrimiz Bahri Altaş’tan dinleyerek yetim ve öksüzleri olan hanelere bayramın nasıl geldiğini yüreklerimizde hissedelim.

Selam ve saygılarımla…

Bizim Akşamlarımız


Ay bir tarafta, güneş bir tarafta
Bizim akşamlarımız bambaşka 
Ezan sesiyle  başlar bir telaş;
Hem beşerde, hem  kuşlarda.

Kara örtülü damların çeleninde
Uçan kırlangıçların akşam telaşı
Çeşmede sıra bekleyen kızların
Her akşam yaptıkları sıra savaşı.

Herkesin elinde akşamın erzakı
Bir an önce evine ulaşma telaşı
Çocuklar hala oyunda oynaşta
Yetmez onlara “eve gel!” nidası.

Evlerde akşamın tatlı öğün telaşı
Herkesin sofrasında hazırdır aşı
Yemekten sonraya akşam namazı
Kim istemez ki, böyle bir akşamı!

Şimdilerde nerde böyle akşamlar!
İtiş, kakış, akşam telaşıyla başlar
Herkes akşamını evinde değil de;
Kimileri, çileli yollarda akşamlar!..

Recep Altun Kaman-Kırşehir

Kadir Gecesi


Değeri Kur'an'a dayanan bu gecenin kadir ve kıymetinin bilinmesinin ve bu kutlu geceden istifade edilmesinin, ancak Kur'an'a yönelmekle, onun eşsiz mesajını anlamak ve onun mana ikliminde yol almakla, hayatın peygamber kılavuzluğuyla yaşanıp yaratılanın yaratandan ötürü sevilmesiyle mümkün olacaktır.

Bu vesileyle bin aydan daha hayırlı olan mübarek Kadir Gecemizi kutlar, bu gecenin insanlığın sevgi, barış, huzur ve saadetine vesile olmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz ederim.

Yazmak


Yazma, kişisel olduğu kadar, aynı zamanda toplumsal bir zorunluluktur . Bu zorunluluk içinde yaşadığımız toplumun bir üyesi oluşumuzdan doğar. Bu nedenle, çevremizdeki kişilerle sürekli ilişkiler kurarız; onların sorunlarıyla ilgileniriz. Düşünce alış verişi bu ilişkiden başlar. Hiçbir insan bu doğal ilişkinin dışında değildir. Bunun içindir ki, başkalarının acılarına, sevinçlerine katılırız. Düşüncede, duyguda ortaklığı da bu ilişki sağlar. Bu yönden toplumsallık da bu ortaklığın ürünüdür.

Çevremizdekilerin sorunlarıyla ilgili çalan çanlara kulaklarımızı tıkayamayız. Kendi sesimiz yankılanır bu çanlarda. Tepkimizi ya sözle, yazıyla, ya da eylemle gösteririz, bu yolla başkalarını da etkilemeyi amaçlarız. Yazmak, dünyayı tanımak ve onu dost hale getirmektir.

Dünyayı nasıl dost hale getirebiliriz? Çevremizdeki çirkinlikleri, haksızlıkları ortadan kaldırarak, onları değiştirip düzelterek… Haksızlıkların yok edilmesi, çirkinliklerin giderilmesi toplumda bir saygı dengesi yaratır. Bu nedenledir ki, yazmaya katılmış her insan, öbür insanlardan daha ağır bir sorumluluk yüklenmiştir. Böyle bir sorumluluk yüklenme, yazarı, toplumun sözcüsü haline getirir. Bu durumda yazma, toplumsal bir görev ve toplumsal bir gereksinim olarak belirir.

Kaynak: Emin Özdemir-Adnan Binyazar (Yazma Sanatı)

Akşamları Hiç Sevmiyorum


Akşamları hiç sevmiyorum!
İşkenceye dönüş vaktidir akşam.
Batan günün çırpınışındaki,
Çaresizliğe dönüştür akşam.

Oysa, bir günün en güzel vaktidir akşam.
Güneşin ufuktaki kızıllığı yeter insana,
Ama huzur yoksa, bir cehennem alevidir.
Bekleyeceksin sabahı, büyük bir sabırla.

Akşamlar hiç olmasın istiyorum,
Oysa, bir günün en güzel vaktidir akşam,
Kim bilir, kimlere huzur veriyordur;
Bana işkence olan bu akşam...

Recep Altun Kaman-Kırşehir

Hayalimdeki Ev


İşte Hayalimdeki Ev Bu!.. 

Tek katlı ve çatı katı dubleks olacak. Yatak odam yukarıda ve duvarları yamuk olacak ve penceresi gökyüzüne bakacak, ben de hem mehtabı hem de yıldızları seyrederken uykuya dalmış olacağım. Uyandığım da sabah güneşi yatak odasında olmalı. Alt katta oturma odası, salon, mutfak, banyo+wc olacak. Balkon  o kadar önemli değil. Fotoğraf karesindeki ev bir prefabrik modeldir. Fiyatını ve metrekaresini henüz tespit edemedim.

YazBlogcu

Zafer Bayramı


Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan Mondros Mütarekesi ve Sevr Antlaşmasıyla yurdumuzun birçk yeri elimizden alınıyor, vatanımızda hür olarak yaşama hakkımıza son veriliyordu.

Türk milletinin bu durumu kabul etmesi elbette mümkün değildi. Anadolu halkı, Atatürk'ün 19 Mayıs 1919'da Samsun'a ayak basmasıyla O'nun önderliğinde Kurtuluş Savaşı'nı başlattı.

Yapılan birinci ve ikinci İnönü Savaşlarında başarılı olan ordumuz, Sakarya Savaşıyla taarruz durumuna geçti. Atatürk, ordularına: "Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. Bu satıh, bütün vatandır" diyerek, vatanın her karış toprağının düşmandan temizlenmesinin emrini verdi. Yapılan hzırlıklardan sonra, Musatafa Kemal'in Başkomutanlığında ordumuz, 26 Ağustos 1922'de Büyük Taarrruzu başlattı. 30 Ağustos'ta Başkomutanlık Meydan Muharebesi zaferle sonuçlandı.

9 Eylül 1922'de Türk ordusunun düşman kuvvetlerini İzmir'de denize dökmesiyle yurdumuz düşmanlardan temizlenmiş oldu.

Başkomutanlık Meydan Muharebesinin zaferle sonuçlandığı 30 Ağustos günü, 1935 yılında Zafer Bayramı olarak ilan edildi. Milletçe bugünü, her yıl bayram yaparak büyük bir coşkuyla kutluyoruz.

Bu savaşa katılan kadın-erkek, yaşlı-genç tüm Kahramanlarımızı ve Aziz Şehidlerimizi rahmet ve minnetle anıyoruz.

Bir Yolu Var mı?


Nasreddin Hoca bir gün oğlu ile yolculuk yapıyordur. Eşeğe oğlunu bindirmiş, kendisi yanlarında yürüyerek yola devam ederken karşılarına çıkan bir grup insan: ”Çocuğa bak, ihtiyar babasını yürütüyor kendisi eşeğe binmiş gidiyor ne ayıp!” der.

Hoca bu sefer çocuğu indirir kendisi biner eşeğe. Giderlerken bir başka gruba rastlarlar onlar da der ki:  “Adam utanmıyor musun el kadar çocuğu yürütürken kendin eşek sırtında gitmeye?”

Hoca bu sefer kendisi de eşekten iner, oğlu ve kendi yaya yollarına devam ederlerken bu kez bir başka grup: “Arkadaş eşeğiniz var, ne diye binmezsiniz, sizdeki ne akıldır böyle!” der.

Bu kez her ikisi de eşeğe binerler, ancak yine bir grup insan söyleyecek bir şeyler bulur ve derler ki: “Hiç mi insafınız yok arkadaş, zavallı eşeğe ikiniz birden binmişsiniz?”

Hoca bu kez oğluna döner der ki: “Bak evladım, bir tek eşeği sırtımıza almadığımız kaldı, onu da yapsak yine birileri laf eder emin ol.”