Ömür



Günler, aylar, yıllar su gibi geçiyor. Zaman hepimiz için mukadder olan sona doğru akıp gitmekte. Biz hayatımızın farklı dönemlerine hızla adım atarken, ömür sermayemiz de her geçen gün tükenmekte. Bakınız ölüm gerçeği karşısında Yunus’umuz, tendeki canımızı nasıl tasvir etmekte:

Vaktinize hazır olun,
Ecel vardır, gelir bir gün.
Emanettir kuşça canın,
Sahip vardır, alır bir gün.

Dünya hayatı, her canlı için fanidir. Nefeslerimiz sayılıdır. Buna rağmen insanoğlu sahip olduğu nice değerleri bilinçsizce tüketmekte, nice yozlaşmalara maruz kalmaktadır. Ebedi alemi kazanmak üzere bahşedilen ömür sermayesi, nice sorumsuzluklara, israflara, hoyratça kurban edilmektedir.

Oysa, ömrün her bir günü, her bir saati, her bir dakikası, hatta her bir anı kazanıma dönüştürülmelidir. Şüphesiz kazanımlarımız da Salih amellerimizdir. Zira dünyadan ukbaya tevarüs edeceğimiz yegane varlığımız, yararlı işlerimiz ve güzel amellerimizdir.

Öyleyse, bir senenin daha sonuna geldiğimiz şu günlerde hayatımızı gözden geçirelim ve kalan ömrümüzü ahiret sermayemizi artırmak için iyi değerlendirelim.

Kaynak: Diyanet Takvimi

!..


Bu yazımda noktalama işaretlerinden ünlem ve ünlemden sonra konulan iki noktadan bahsedeceğim. Türk Dil Kurumunun "Noktalama İşaretleri" ile ilgili açıklamalarında ünlemden sonra üç değil sadece iki nokta konulmasının yeterli olacağı yer almaktadır. Bir diğer husus da ünlemle birlikte bu iki noktanın hangisinin önce, hangisinin sonra kullanılmasıyla alakalıdır. Gerek sosyal medya platformlarında, gerekse internet üzerinden yayın yapan site ve blog sayfalarındaki metinlerde yapılan paylaşımlarda cümlenin sonuna önce üç, iki ya da bir nokta ve ardından da ünlem işaretinin konulduğunu sıkça görmekteyim. Bu kullanım şekli belki sizin de dikkatinizi çekmiştir. 

Türk Dil Kurumunun noktalama işaretleri ile ilgili açıklamalarına bakmadan önce, ben hep ünlemin kullanılması gerektiği cümle sonlarına önce ünlem işaretini, ondan sonra da iki nokta işaretini koyardım. Gerek sosyal medya platformlarında, gerekse internet üzerinden yayın yapan site ve blog sayfalarındaki metinlerde önce üç nokta daha sonra da ünlem işaretinin kullanıldığını sıkça görmem üzerine, bu noktalama işaretlerini  ben mi yanlış kullanıyorum diye tereddüte düştüm ve Türk Dil Kurumunun noktalama işaretleri ile ilgili açıklamalar bölümünü incelediğimde kullanılması gereken cümle sonlarında önce ünlem işaretinin daha sonra da iki noktanın kullanılması gerektiğini okudum. Ben bu noktalama işaretleri ile ilgili kuralları daha ortaokulda öğrenci iken öğrenmekle birlikte yazılarımda da bu kurallara uymaya özen gösterirdim. 

Dil, insanlar arasında iletişimi sağlayan işaretler sistemidir. Toplu yaşamanın gerekli kıldığı en yararlı araçtır. Böylesine önemli bir aracın doğru kullanılmasının da çok önemli olduğunu düşünüyorum. Düşüncelerimizi ve duygularımızı en etkili ve doğru biçimde yazıya dökmenin yolu, bence dili iyi bilmek ve kullanmaktan geçer diyor ve hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Google ve Blogspot


Google, Facebook'a rakip olma hedefiyle kurduğu Google+ servisini, yeni bir sistem açığı bulması nedeniyle belirlenen tarihten önce kapatma kararı aldığını internette yayınlanan haberlerden öğrendim. Google, yeni bir sistem açığı nedeniyle Google Plus'ı beklenenden erken kapatacakmış. Bu sistem açığının 52,5 milyon kullanıcıyı etkilediğini açıkladılar. Şirket, sistem açığının, hesap gizli olsa bile, kullanıcıların isim, e-posta adresi, meslek ve yaşını, üçüncü şahıslara açık hale getirdiğini duyurdu. Yeni sistem açığının ardından kapanış tarihinin öne çekilmiş olduğunu öğrendim. Ürün Yönetimi Başkan Yardımcısı David Thacker, önümüzdeki 90 gün içerisinde Google Plus'ı kapatacaklarını açıklayan haberini siz de internetten takip edebilirsiniz.

Google Plus servisini kullanan arkadaşlarımızın, Google Plus’un kapatılmadan önce tedbirlerini almaları gerekir. Ben zaten Google Plus’u, mevcut Facebook yetmiyormuş gibi, Facebook’a rakip olarak çıkardıkları için hiç sevmemiştim. Çünkü Facebook’u da hiç sevmiyorum. Ama sevmeme rağmen, Facebook’ta sayfam yok mu? Var! Ama niye var biliyor musunuz? Eşim, dostum, akrabalarımın hepsi orada, bir ben yoktum, ben de mecbur kaldım ve Facebook’ta bir sayfa açtım. Sadece kendime ait olan şeyleri haberleşme amacıyla paylaşırım.

Hem Google Plus’ta, hem de Blogger’de blog sayfası olan arkadaşlarımızın Google Plus’u kapattıktan sonra, profil seçeneklerini Google Plus’tan Blogger’e geçirmeleri gerekir. Siz ne derseniz deyin, ama ben gerçekten Google Plus’un kapatılacağına sevindim. En çok da karşılıklı bloglar üzerinden yazıştığım ve haberleştiğim Blogger arkadaşlarımın sayfalarına ulaşmam gerektiğinde kendimi Google Plus’taki sayfalarında buluyordum ya, işte o zaman film kopuyordu. Birazcık uğraştıktan sonra tekrar Blogger’deki blog sayfalarına geçebiliyordum, bu durumda haliyle benim canımı sıkıyordu. Birazcık bu konuda obsesif olmakla birlikte, Google Plus’un bana verdiği eziyetten kurtulacağım için mutluyum.

Anlatım Bozuklukları


Duygu ve düşüncelerimizi  en etkili ve doğru biçimde yazıya dökmenin yolu, dili iyi bilmek ve kullanmaktan geçer. Yazılarında dile özen göstermeyen yazar, işini iyi yapmıyor demektir. Yazarın işi, her zaman iyi yazmak değil midir? İyi yazmanın yolu da dili ve onun kurallarını iyi bilmekten geçer. Dil kurallarına özen gösterilmeden oluşturulmuş bir metin, tam bir yazı niteliği kazanmış sayılmaz.   

Pek bilimsel bir çalışma olmasa da kendime göre araştırıp ele aldığım bu çalışmada; dildeki anlatım bozukluklarını biri anlamla ilgili, diğeri ise biçimle ilgili olmak üzere, iki ana başlık altında değerlendirmek mümkündür. 

Anlamla ilgili bozukluklarını; sözcüğün yanlış yerde ve yanlış anlamda kullanılması, gereksiz sözcükler, çelişen sözcükler ve deyim yanlışlarını örnekleri ile birlikte ele alarak açıklamaya gayret edeceğim.

Biçimle ilgili bozuklukları ise; yapıları yanlış olan sözcükler, tamlama, özne, tümleç, yüklem yanlışları olarak, ayrıca özne-yüklem uyuşmazlığı ve virgül eksikliği şeklinde ele alarak örnekleri ile birlikte açıklamaya gayret edeceğim.     

Sözcüğün yanlış yerde kullanılması: "Yurt uğruna her kanını döken kahraman ödüllendirilmelidir." Cümlesindeki "her" sözcüğünün yeri yanlıştır. Çünkü bu sözcük belgisiz sıfattır ve hangi adı tamlıyorsa onun önünde kullanılmalıdır. Yoksa, buradaki "her kanını" gibi anlamsızlıkların önüne geçilemez. Cümlenin doğrusu "Yurt uğruna kanını döken her kahraman ödüllendirilmelidir." olmalıydı.

Sözcüğün yanlış anlamda kullanılması: "Yıllarca annemle bir kırtasiyeci dükkanı işletti, fotokopi yaptılar..."  Fotokopi yapılmaz, çekilir. "Yapmak" sözcüğü, yanlış anlamda kullanılmıştır. Onun yerine, "görüntüyü bir aletle özel bir nesne üzerinde tespit etmek" anlamıyla "çekmek" sözcüğü kullanılmalıydı. 

Gereksiz sözcükler: "Belki bazı bilgiler bir Türk okuru için bilinenlerin tekrarı olabilir." Cümlesinde geçen "belki" ve "olabilir" sözcükleri, olasılık anlamlı sözcüklerdir. Bunların, cümleye kattıkları anlam aynıdır. İkisinden birinin çıkarılması anlamda daralmaya yol açmaz.

Çelişen sözcükler: "Ay yıldızlı bayrağımızın hiç bu kadar kitleselleştiğini, hiç bu kadar birleştirici rol oynadığını pek anımsamıyorum." Yazar hiç mi anımsamıyor, pek mi anımsamıyor, belli değil. "Hiç" kesinlik, "pek" ise olasılık anlamı katmış cümleye. Sonuçta da anlam, çelişkiye düşmüş. Kesinlik bildirilmek isteniyorsa "pek", olasılık bildirilmek isteniyorsa "hiç" cümleden atılmalı. 

Deyim yanlışları: "Amerika paçayı toparlayabilecek mi?" Türkçede "paçayı toparlamak" diye bir kalıp söz yoktur. "Paçayı kurtarmak" vardır. Bu deyim, "kendini bir dertten, tehlikeden veya zor durumdan kurtarmak" anlamıyla cümleye de uymaktadır. "Amerika paçayı kurtarabilecek mi?" denseydi, anlatılmak istenen daha net iletilebilirdi.

Yapıları yanlış olan sözcükler: "Nizam'ın ise daha çok babasını andıran bir yumuşak başlığı vardı." Cümlede söz edilenin, "yumuşak bir başlık" değil, uysal anlamındaki  "yumuşak başlılık" olduğu açık. Addan ad yapan -li ekinin kullanılmaması anlamı değiştirmiştir.

Tamlama yanlışları: "Yıllardır müfredat proğramları hafifleyecek deniliyor ama bir türlü arkası gelmiyor." Cümlede "arkası" sözcüğü, tamlanandır. Bunun tamlayanını araştıralım: Neyin arkası gelmiyor? Cevap yok. "Yıllardır müfredat proğramları hafifleyecek denmesinin" olmalı. Bu kadar uzatmaya da gerek yok. "...ama bir türlü (bunun) arkası gelmiyor." biçiminde kurulabilirdi cümle.

Özne yanlışları: "Mesele onları sevmemde değildi, mesele bunu onların asla anlayamamasındaydı." İki cümlenin öznesi de "mesele" sözcüğü. Bu durumda öznenin yinelenmesine gerek yoktu. İkinci cümledeki "mesele" sözcüğü atıldığında anlam daha duru olur. 

Tümleç yanlışları: "Mehpare Hanım'ı çok özlüyordum, ama aslında onu sevmiyordum." Bu cümlede tümleç gereksizliği yanlışı yapılmış. "Mehpare Hanım'ı" nesnesi  "sevmiyordum" yüklemiyle de anlamca uyuşuyor. Öyleyse ikinci cümledeki "onu" sözcüğü gereksizdir. 

"Onun bu davranışına Emir de onun kadar şaşırdı, ama bozmadı." Emir kimi bozmadı?  Belli değil. ikinci cümlede "onu" sözcüğünün kullanılmaması, tümleç eksikliğine yol açmış.

Yüklem yanlışları: "Atın dizginlerine pek azcık altın suyu çekiyordum ki kapı vurdu." Cümlede "kapı" sözcüğü özne göreviyle kullanılmış; ama gerçekte işi yapmıyor, "vurma" işini bir başkası yapıyor ve bu kişi bilinmiyor. Öyleyse eylemin edilgen, öznenin de söz de özne olması gerek; ancak eylemde edilgenlik eki kullanılmamış. "... kapı vur(ul)du." denmeliydi. 

Özne-yüklem uyuşmazlığı: " Kuyudan çıkan cinin üzerinden süzülen sular birkaç saniye içinde kuruyuverdiler." Cansız varlıklar çoğul özne olduğunda, yüklem tekil kullanılmalıdır. Cümlenin öznesi "Kuyudan çıkan cinin üzerinden süzülen sular" sözüdür. "Sular kuruyuverdiler." denmez. "Kuruyuverdi" denmeliydi. 

"Birkaç kişi onu alkışladılar." "Birkaç kişi onu alkışladı." denmeliydi. Çokluk bildiren belgisiz sıfatlar öznede yer aldığında, yüklem tekil olmalıdır.

Virgül eksikliği: "Taş kafasına öyle hızla ve sert bir şekilde indi ki bir an sanki kendi kafama inmiş gibi irkildim." Cümlede "taş" sözcüğünden sonra virgül konmalıydı; çünkü bu sözcük, kendisinden sonra gelen adla bir tamlama kurma eğiliminde. "Taş kafasına" tamlamasını düşündürmemenin, başka yolu yok. 


Helal Olsun!


İnsanın her şeyden önce kendisine, sonra ailesine ve daha sonra da yaşadığı topluma karşı sorumlulukları vardır. Toplumun her türlü fitne, fesat ve kargaşadan uzak kalması için, herkes üstüne düşen görevi yerine getirmeli, haklının yanında ve hakkın tarafında yerini almalıdır. Haklının yanında ve hakkın tarafında olmayan kimse, her şeyden önce kendisine kötülük yapmış demektir. Çünkü kişi böyle yapmakla haksıza yardım etmiş, onu haklı göstermiş ve haklı kimsenin de hakkını zayi ederek vebale girmiştir.

Konuyu İslam dini anlayışından ele alacak olursak; İslam dini, güçlünün değil, haklının güçlü olduğu bir sosyal ilişkiler anlayışını öngörmekle birlikte, kul hakkına tecavüze asla prim vermez! Kur'an'ın bu konuda ne dediğine bakacak olursak; Yüce Allah, Kur'an'ı Kerim'in Nisa(4) suresinin 135. ayetinde mealen şöyle buyurmaktadır: "...Ey iman edenler! Öz benliğiniz, anne-babanız, yakınlarınız aleyhine de olsa, zengin veya fakir de olsalar, adaleti dimdik ayakta tutarak Allah için tanıklık edenlerden olun. Allah, ikisine de sizden daha yakındır. O halde nefsinizin arzusuna uyarak adaletten sapmayın. Eğer dilinizi eğip büker, yahut çekimser kalırsanız, Allah yapmakta olduklarınızdan haberdardır...

İğneyi kendime, çuvaldızı başkasına batırma ilke ve atasözünden yola çıkarak; hak ve haklının yanında yer alma konusunda acaba bizler doğru yapıyor muyuz? Yoksa nefsimizin arzusuna uyarak adaletten sapıyor muyuz diye, oturdum ve bir nefis muhasebesi yaptım. Kendi öz benliğim için şaşmaz adalet ilkesinden ayrılmayarak, her zaman haklının yanında ve hakkın tarafında yer aldığımı açık yüreklilikle söyleyebilirim. Ancak dürüst olmam gerekirse, bir başkaları arasındaki mevzularda her zaman haklının yanında ve hakkın tarafında yer aldığımı söyleyemem. Bilinen doğruları susarak söyleyememek de bir adaletsizliktir, haksızlıktır. Bu davranışımın sebebini de mutlaka merak etmişsinizdir. Doğruyu söyledim kötü oldum, iyilik yaptım kötülük gördüm. Tüm bu karşılaştığım olumsuzluklara rağmen, dürüstlük ilkesinden ve doğruluktan ayrıldım mı? Hayır! Sonucunu bile bile bazen haklının yanında ve hakkın tarafında olmaya devam ediyorum. Ancak bazen de maalesef gördüğüm kötülüklerden dolayı nefsimin arzusuna yenik düşerek ne haklının yanında ne de hakkın tarafında yer almamaya gayret ediyorum. Vicdanım rahat mı? Değil! Ama ben daha ne yapayım? Bu  benim kendimi savunmak için sığındığım bir kaçamak da olsa, asla doğru ve haklı bir savunma değildir. Başına ne gelirse gelsin, haklının yanında ve hakkın tarafında olmak insani bir görevdir. Yapabilene helal olsun!

Birazcık Obsesifim


Merhabalar.
Ben, biraz takıntılı biriyimdir. Böyle benim gibi takıntısı olanlara, bir çeşit ruh sağlığı sorunu olan hastalar diyebiliriz. Bu tür ruh sağlığı sorununa tıp dilinde "Obsesif Kompulsif Bozukluğu" denmektedir. Obsesif ruh sağlığı sorununu internet üzerinden biraz araştırdıktan sonra, elde ettiğim bulguların bir kısmı bana uyuyor, bir kısmı da uymuyor. Bu da benim tam bir obsesif kompulsif olmadığımı, birazcık olduğumu gösteriyor. Yani birazcık obsesifim.    

Burada sizle obsesif kompulsif ruh sağlığı sorunları ile ilgili internet üzerinden ulaştığım klasik bilgileri paylaşmaktan ziyade, bizzat kendim de gördüğüm rahatsızlıklardan bahsetmek istiyorum ki, bu daha anlamlı olur. 

Her şeyi değil ama, bazı şeyleri kafama takmaya başladım. Bu nedenle artık direksiyon başına geçip araba bile kullanamıyorum. Neden mi? Sağımdan solumdan geçen arabalar sanki yanımdan geçerlerken bana çarpacaklarmış hissi veriyor. Bu da benim panik olmama neden oluyor ve sonuç olarak araba kullanmam mümkün değil. Kurallara riayet ederim ve riayet etmeyenlere de sinir oluyorum. Bu da beni strese sokuyor. Elimden geldiğince sorunlu yerlerden kaçmaya çalışıyorum. Duvardaki eğri duran çerçeve ve asılı her şey beni rahatsız eder. Mutlaka o eğri duran çerçeve ya da asılı şeyi düzeltmek istiyorum. Hatta evimde bir su terazim bile var, gerekirse onu kullanırım. Ancak bir başkasının evinde asla tablo düzeltme işine yeltenmem. Orada kendimi rahatsız olmadan tutabiliyorum. 

Plakaları okur, yüksek binaların katlarını sayarım. En kötüsü ne biliyor musunuz? Sorunlardan ve sorunlu insanlardan hep kaçmaya çalışırım. Daha doğrusu insanlardan kaçıyorum. Neden mi? İnsanlar bana çok kötülük ettiler, insanların bana çok zararı dokundu. Bu nedenle tanımadığım her insan, benim için potansiyel birer zararlı, sorun çıkaran ve güven vermeyen insandır. İnsanlara olan güvenim sıfır derecesindedir.

Birine yol göstermeye kalktığım da insanlar, yol gösterdiğim ve bilgilendirdiğim konularda sonuna kadar beni kullanmaya kalkıyorlar ve akabinde bana zarar veriyorlar. Yol göstermesem, aydınlatmasam içim rahat etmiyor,  yardımcı olunca da zarar görüyorum.  Yani kısacası insanlara iyilik etmek, yardım etmek istiyorum, ama karşılığında göreceğim zarar beni fena halde hırpalıyor.

Önemsediğim biriyle tartıştığımı ve bu durumdan dolayı da ziyadesiyle üzüldüğümü farz edelim. Bundan dolayı da o tartıştığım anı tekrar tekrar düşünerek yeniden yaşamış gibi bir hisse kapılıyorum. Baktım ki gündelik hayatımı sekteye uğratmaya başladı, depresif ve gergin bir haldeyim, “en iyisi bu olayı düşünmemeye çalışmak” diyorum ve zihnimi meşgul eden başka işlere ve aktivitelere odaklanmaya başlıyorum. Bir kere iki kere zihnim meşgul oluyor, ama sonra o takıntılı düşünceler davetsizce yine yeniden dünyama giriyor ve başaramadığım için de kaygı meydana geliyor…

Bu takıntılı düşüncelerden kurtulamamakla birlikte yeni bir yöntem geliştiriyorum; kompulsif hareketler. Kompulsiyon, kontrol edilemeyen düşünce ve dürtülere karşı gerçekleştirilen tekrarlayıcı veya görece amaç dolu bir davranıştır veya bir dizi ritüelistik veya basmakalıp kurallardır. Kaygıya neden olan obsesyonların aksine, kompulsiyonlar obsesyonlar sonucu ortaya çıkan kaygıyı ve huzursuzluğu azaltmak veya hafifletmek için bana efor sarf ettiriyor. İşte hem obsesyonlar, hem de kompulsiyonlar birleşince ortaya obsesif  kompulsiyon bozukluğu çıkıyor.

Yaşadığım ve karşılaştığım olayların da çok etkisinde kalıyor ve bu olaylar üzerine devamlı hesaplar yapıyor ve kurguluyorum. Şöyle olsaydı, böyle olsaydı şeklinde devamlı kafamda senaryolar üretiyorum. Bu da benim canımı acıtıyor, huzurumu kaçırıyor, akabinde stresli ve mutsuz bir insan olup çıkıyorum. Daha o kadar çok örnekleri var ki, bu konuda fazla başınızı ağrıtmak istemiyorum.

Bu bağlamda, hepinize her türlü stresten ve takıntılardan uzak sağlıklı, sıhhatli ve afiyet dolu günler diliyorum. Selam ve dualarımla birlikte en Güzel'e emanet olun efendim, saygılarımla.

Öğretmenler Günü




ÖĞRETMENİM

Ne horozlu şekerim
Ne de paslı çemberim
Defterim, kalemim
O benim öğretmenim.

Alfabemde hece hece
Rüyalarımda her gece
Her gün bizlere imece
Sever bizi öğretmence.

Çarpan yüreklerimize
Kanayan dizlerimize
Dönmeyen dillerimize
Sevgi katar sevgimize.

Onun adı öğretmendir
Her derdimize çaredir
O kanatlı bir melektir  
Yeri gelir, bir annedir.

Ona,  Allah sabır vermiş
Gönlüne merhamet vermiş
Çocukları sevsin diye
Kocaman bir yürek vermiş.

Recep Altun 

Lanet Olası Cep telefonu


Şu lanet olası cep telefonu icat edildi edileli ondan nefret ediyorum. Neden mi? Toplu ulaşım araçlarında, yataklı tedavi gören hasta odalarında cep telefonu ile nasıl ve ne şekilde konuşulması gerektiği konusundaki adab-ı muaşeret kurallarına uymayan saygısız insanlar yüzünden. Şu sinyal kesici jammerler insan üzerinde taşınabilen ve ucuz bir şey olsa, toplu taşıma araçlarında hep yanımda bulundurup, araç içindeki insanların cep telefon görüşmelerini kesmek istiyorum. O derece muzdaribim yani. Bu konuda Ulaştırma Bakanlığı'na ve Metro seyahat firmasına şikayet yazıları yazdım. Bakalım ne cevap alacağım merak ediyorum.

İnternet üzerinden biraz araştırma yaptıktan sonra, adab-ı muaşeret kurallarına göre cep telefonları ile nerede ve nasıl görüşme yapılacağı konusunda belirlenmiş ilkeleri sizlerle paylaşmak istedim.
1- Telefonda laf fazla uzatılmaz. Telefon, amaca yönelik bir icattır, bu amaç da iletişim kurmaktır. Dolayısı ile, telefonla çok uzun boylu muhabbetler yapmak birkaç açıdan iyi değildir. Öncelikli olarak, karşınızdaki kişi nezaketinden sizin sözü uzatmanızı sineye çekiyor olabilir. O yüzden konuşmanın bir amacı varsa ondan bahsetmek gerekir. Yoksa, sadece hal hatır sormak için aradınızsa bunu öğrendikten sonra kapatma faslına geçin. “Daha daha ne yapıyorsun” sözünü telefonda çok kez duydum, gerçekten çok gereksiz.  Bir diğer mesele de çift taraflı radyasyon maruziyeti. O kulak, o beyin Cenab-ı Allah’ın bir nimeti ve doğru kullanılırsa uzun süre idare edebilir. Bunları bu kadar radyasyona maruz bırakmanın anlamı yok. Son olarak da karşı tarafın müsait olup olmama durumu. Karşı taraf yine nezaketinden, müsait olmasa bile size cevap veriyor olabilir. Bu eziyet manasız. En kestirme yoldan meseleye girmek ve lafı fazla uzatmamak lazım vesselam.
2- Başkaları konuşmaya şahit edilmez. Telefonda özel bir mesele konuşmasanız bile bağıra çağıra konuşmanın, tüm dünyaya duyurmanın alemi yok. Özel mesele konuşuyorsanız bunu daha sakin bir ortamda yapın. Yolda bağıra çağıra, toplumsal alanlarda bağıra çağıra telefonla konuşmayın. Ayıptır. Bir diğer husus da karşıdakinin konuşmasını başkasına dinletmeyin. Karşınızdaki kimse sesinin başkaları tarafından duyulmasından -bilse- hoşlanmayacak birisi olabilir.

3- Bazen zil sesi kısılır. Cami başta olmak üzere, okulda, toplantıda, sohbette, sunumda, konserde, cenazede, hastanelerde, sinemada, toplu taşıma araçlarında… Bazı yerlerde telefonun zilini kısmak lazım.

4. Toplu taşıma araçlarında cep telefonu ile diğer yolcuları ve sürücüyü rahatsız edecek şekilde yüksek sesle konuşulmamalı, diğer yolcularla yüksek sesli sohbet edilmemeli ve kulaklık kullanılmadan müzik dinlenilmemelidir.
İşte, toplu taşıma araçlarında ve hastane gibi umuma mahsus yerlerde cep telefonu ile nasıl ve ne şekilde konuşulacağı ile ilgili bulabildiğim adab-ı muaşeret kuralları böyle. Ancak bu kurallara uymayanlar, uyanlardan çok fazla. Bu da bizim gibi ince ve hassas düşünen insanları çileden çıkarmaya yetiyor. 

Diyanet'in Atatürk Sevgisi


10 Kasım 2018 Takvim Yaprağının Ön Sayfası
10 Kasım 2018 Takvim Yaprağının Arka Sayfası

Her yılın 10 Kasım günü, hepimize bir şeyler hatırlatır. O gün yüce önder Atatürk'ün ebediyete irtihalinin sene-i devriyesidir. O gün tüm görsel ve yazılı basın ve medya Atatürk'le ilgili bir şeyler paylaşırlar. Yukarıdaki fotoğraf karesinde arkalı önlü yer alan takvim yaprağı, Diyanetin takvim yaprağıdır. Cumhuriyetimizin kurucusu büyük önder Atatürk'e ne kadar önem verildiğinin ve Atatürk'ün ne kadar sevildiğinin bir nişanesi olarak fazla yorum yapmadan bu takvim yaprağını sizlerle paylaşmak istedim.

Türk'ün Lideri


Türk'ün gerçek ve son lideri; seni rahmet ve şükranla anıyoruz.

Cumhuriyet Bayramı


Doksan beş yıl önceki bugünün heyecanını, o günleri yaşayanlara sormak lazım. Tabi hayatta kalmış olanlarımız varsa. Babam 1922 doğumlu olup, Cumhuriyetin ilan edildiği gün bir yaşında. Şu anda 97 yaşında olan babam Aziz sağ ve sağlıklıdır. Ancak, Cumhuriyetin ilanından hiç bir şey hatırlaması mümkün değil. Ağabeyi Servet hayatta olmuş olsaydı, dört yaşındaki bir çocuğun hatırlayabildiği kadarını, hatırlayabilirdi. Çünkü ağabeyi Servet, Atatürk'ün Samsun'a çıktığı yıl olan 1919 doğumluydu. Milli mücadeleyi başlatan Atatürk, 25 Aralık 1919 tarihinde, o zaman köy statüsünde memleketim olan Kaman'a da teşrif etmiş ve Atatürk'ü o gece Kaman'da misafir etmişler.  

"...Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu grup, Birinci Dünya Savaşında yenilmiş, şartları ağır bir Ateşkes Anlaşması imzalanmış, savaşın devam ettiği uzun yıllar sonunda millet yorgun ve fakir bir duruma düşmüş. Milleti ve ülkeyi savaşa sürükleyenler, kendi hayatlarını kurtarma kaygısına düşerek ülkeden kaçmışlar. Saltanat ve hilafet makamında oturan Vahideddin soysuzlaşmış, kendini ve yalnız tahtını koruyabileceğini umduğu alçakça tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa'nın başkanlığındaki hükumet güçsüz, onursuz ve korkak. Yalnız padişahın iradesine boyun eğmekte ve onunla birlikte kendilerini koruma altına alabilecek herhangi bir duruma razı. Ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta... " İşte böyle devam etmekte Atatürk'ün Nutuk'u. 

Ülkenin ve milletin içine düştüğü bu durumdan kurtuluş çareleri olarak kimileri Amerikan mandasını, kimileri de İngiliz himayesini istemişler, kimileri de bölgesel kurtuluşu düşünmüşler. Atatürk, bu durum karşısında; milli hakimiyete dayanan, kayıtsız, şartsız, bağımsız yeni bir Türk devleti kurmanın dışında alınabilecek bir kararın olmadığını, "Ya İstiklal Ya Ölüm!" ilkesiyle perçinlemiştir. 

Evet kardeşlerim, bu Cumhuriyet öyle kolay kurulmadı. Her 29 Ekimlerde büyük bir coşkuyla kutlayacağımız bu bayram, sadece "Cumhuriyet bayramınız kutlu olsun" mesajlarıyla geçiştirilmemeli. Atatürk'ün Nutku'nu tekrar okuyarak, okutarak mücadele günlerini, zihinlerimizde diri ve taze tutmalıyız.  

Bu tarihi gün, bizi biz yapan ortak değerlerimiz etrafında her zamankinden daha güçlü bir şekilde kenetlenme günüdür. Bu duygularla, milletimizin 29 Ekim Cumhuriyet Bayramını kutluyor, başta Cumhuriyetimizin kurucusu yüce önder Atatürk olmak üzere, onun silah arkadaşlarını, şehitlerimizi ve gazilerimizi rahmet ve şükranla anıyorum.

Vur Abalıya


Casuslukla yargılanan Amerikalı Rahip Brunson, malumunuz olduğu üzere geçtiğimiz günlerde serbest bırakıldı. Rahip, kendisini bekleyen bir özel uçağa binerek soluğu Beyaz Saray'da aldı. Brunson'ı kabul eden ABD Başkanı Trump, "Yardım için Başkan Erdoğan'a teşekkür ederim" dedi. Bu tek örnek değil... Daha önce de buna benzer tutuklu gazeteciler serbest bırakılmıştı. Yabancıların baskısıyla tutukluları salıverme tarihimiz eskilere dayanıyor. Mesela II. Abdülhamit, kendisine suikast düzenleyip idama mahkum olan Belçikalı Charles Edward Joris adındaki suikastçısını Brüksel'in baskısıyla serbest bırakmak zorunda kalmıştı. 

Burada alacağımız bir ders var. Dışarıya muhtaçlığımız devam ettiği sürece; akıllı olalım ve akıllı bir siyaset izleyelim. Elin papazı yüzünden anası ağlayan vatandaşını yüzüstü bırakmak, Türkiye Cumhuriyeti Devletine yakışmaz!

Andımız

Fotoğrafın Üzerine Tıklayın Okuyacağınız Boyuta Gelir.

Merhabalar.
Öğrenci andı, ya da andımız, dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip tarafından hazırlanmış ve 1933 yılında uygulamaya konulmuştur. Daha sonra 1972 ve 1977 yılında çeşitli değişikliklere uğrayarak bugünkü halini almıştır. 2013 yılı Ekim ayında Türkiye'de okullarda andımız okunması uygulamasına son verilmiştir. Türk Eğitim Sendikası'nın uygulamanın sonlandırılmasına dair düzenlemeye ilişkin Danıştay'da açtığı davanın sonucunda Danıştay 8. Dairesi, düzenlemenin iptaline karar vermekle birlikte ülke gündeminde yer alması nedeniyle ben de bu konuda kendimce bir araştırma yaparak, bu yazıyı sizlerle paylaşmak üzere kaleme aldım.

Andımız metninde en çok ırkçılık yapıldığı iddiasıyla "Türk'üm" kavramına karşı çıkılmaktadır. Öğrenci andında geçen 'Türk' kelimesinin bir ırkın değil, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan dili, ırkı, rengi, cinsiyeti, siyasi düşüncesi, felsefi inancı, dini, mezhebi ne olursa olsun tüm vatandaşların bir araya gelerek oluşturdukları, herkesi kapsayan ve kucaklayan milletin ortak adı olduğu" konusunda hemfikiriz. Asıl aksini iddia etmek, ırkçılıkla mütenasip olur.

Benim Türk olduğum ne malum? Belki ben de Türk değilim, ama Türkiye Cumhuriyeti vatan topraklarında doğduğum ve büyüdüğüm için, kendimi Türk kabul etmekle birlikte Türk hissediyorum. Ülkemizin adı ne? Türkiye Cumhuriyeti. O halde bu topraklar üzerinde yaşayan herkes önce Türk'tür. Yani Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde yaşayan herkesin öne çıkan ortak bir kimliği vardır o da Türk'tür. Ondan sonra herkes, hangi ırka ve kavme tabi ise, ya da kendini hangi ırka ve kavme yakın olduğunu hissediyorsa, o ırka ve kavme ait olsun, buna diyecek bir şey yok!

Andımız metni önce Türk'üm diye başlıyor, neden? Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde yaşayan tüm insanlar, yukarıda bahsettiğimiz nedenlerden dolayı önce Türk'tür. Çünkü bu topraklar üzerinde yaşamakla birlikte, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyetinin bir vatandaşı olmaları hasebiyle de bu ülkenin birer temsilcisi durumundalar. Yurt dışında herhangi bir konuyla ilgili haber olduklarında, ya da kendilerinden bahsedilirken, "Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı", ya da "Türk" kimliğiyle anılıyorlar, öyle değil mi? O halde, Türk'üm demekten neden gocunuyorlar? Tarihi şanla şerefle dolu asil ve necip bir millet olmaktan, ya da bu millete tabi olmaktan gurur duymalılar. Bu topraklar üzerinde yaşayan herkes işine geldiğinde Türk, işine gelmediğinde başka bir ırka ait olamaz! Kimse ırkını ve ait olduğu kavmini elbette inkar edemez ve inkar etmeleri de kendilerinden istenmiyor.

Andımız nasıl devam ediyor? "Doğruyum, çalışkanım" doğru olmak, dürüst olmak kötü bir şey midir? Doğruluktan ve çalışkanlıktan yana olmadığını kim iddia edebilir ki?

Küçüklerimizi korumayı ve büyüklerimizi saymayı, kim ilkesizlikle bağdaştırabilir ki?  Küçüklerimizi ne kadar koruduğumuz da ortadır. Büyüklerimizin de bizlere muhtaç olduğunu unutuyor ve onları kendi kaderleri ve kederleriyle baş başa bırakıyoruz.

Yurdunu ve milletini sevmeyen bireyden, ülkeye ne hayır gelir ki? Elbette yurdumuzu ve milletimizi seveceğiz ve bu sevgiyi çocuklarımızın o minik yüreklerine yerleştireceğiz. 

Her alanda yükselmenin ve ilerlemenin bir ülkü haline getirilerek, bu ülküyü çocuklarımıza aşılamada ne kötülük olabilir ki? Ölene kadar, yükselmek ve ilerlemek için didinip durmuyor muyuz zaten?

Açtığı yolda ve gösterdiği hedefe durmadan yürüyeceğimize ant içilen kişi Atatürk olunca işler değişiyor tabi. Peki, Ortadoğu'ya ve bu ülkelerde yaşanılanlara bakınca; Atatürk'ün açtığı yolda ve gösterdiği hedefe yürümekten başka çıkar bir yol var mı, Allah aşkına? 

Hiç bir Türk, varlığını Türk varlığına armağan ederken cimri değildir zaten. Ancak, bu cömert millete de karşılığı verilsin lütfen!

Andımızı bağlayan son cümle üzerine ne denebilir ki? Ne mutlu Türk'üm diyene! derken buradaki "Türk" ifadesinin milleti kapsayan ve kucaklayan milletin ortak adı olduğunu kabul etmeyen ve her karış toprağı şehit kanları ile sulanmış bu aziz vatanın bir bireyi olmaktan mutlu olamayanlara söyleyecek bir söz bulamıyorum.   

Sonuç olarak ben de Danıştay 8. dairesi gibi düşünüyor ve "Türk Devlet'ini ve milletini ebediyete kadar yaşatacak, çağdaş uygarlığın ortağı ve öncüsü yapacak, toplumun ve kişilerin refah ve mutluluğunu sağlayacak yeni nesillerin yetiştirilmesi olan milli eğitim sistemimizin temel amaçlarını gerçekleştirmesini içeriği itibarıyla sağlamaya yardımcı olabilecek nitelikteki 'öğrenci andı'nın kaldırılmasına ilişkin değişikliğin haklı ve hukuksal temellere dayandırılmadığı anlaşıldığından dava konusu düzenlemede hukuka uyarlık görülmemiştir." kararını alkışlıyorum. 
Selam ve saygılarımla.

Yorum Düzeltme


Merhabalar.
Blogger uygulamalarından bir eksikliği daha dile getirmek için bu yazıyı kaleme alarak sizlerle paylaşmak istedim. Aslında bunlar Blog uzmanları olan blog yazarlarının işi ama; konu bizleri  doğrudan ilgilendirdiği için, bizim gibi sıradan bir blogcu tarafından da yazılabilir diye düşünerek kolları sıvadım. 

Sayfamızı ziyaret ederek herhangi bir paylaşıma yazılan yoruma yazdığımız cevabi yorumun yayınlanmasını onayladıktan sonra, yazdığımız yoruma tekrar göz attığımız da; kelime, imla ve dilbilgisi kurallarına uymayan, ya da ifade eksikliği veya fazlalığı gördüğümüz hususları yorum üzerinde düzeltme imkanı yoktur. Ya yorumu o haliyle bırakacaksınız, ya da tamamen silip yeniden yazacaksınız. 

Ben Blogger'in bu eksikliğini içimi rahatlatmak için şöyle gideriyorum: Yazdığım hatalı yorumun tamamını tarıyor ve kopyalıyorum. Daha sonra hatalı yazılmış olan o yorumu sonsuza dek kaldırılmak üzere işaretleyerek siliyorum. Silme işleminden sonra ekranda oluşan linke tıklıyorum ve ilgili yorumun bulunduğu yayına dönerek, yorumun altındaki  YANITLA komutuna yeniden tıklıyorum açılan yorum penceresine kopyaladığım yorumu yapıştırıp, gerekli düzeltmelerimi yaptıktan sonra tekrar YAYINLA komutuna tıklayarak yorumu gönderiyorum. Bu işi hemen sıcağı sıcağına yapmalısınız. Aksi halde, yapacağınız düzeltmenin bir önemi kalmaz! Neden mi? Size yorum yazan arkadaşınız, o hatalı cevabi yorumunuzu görüp okuduktan sonra, düzeltmenin ne önemi kalır ki!..
Selam ve saygılarımla.

Biraz Ankara

HERKES GÖNLÜNE GÖRE OKUSUN











Salat


Bu yazımda Kur'an'da geçen "salat" sözcüğünü ele alıp, namaz konusuna değinmek istiyorum. İçimden böyle geldi. Ben akademisyen değilim, liseyi bile dışarıdan bitirmiş, ortaokul mezunu sıradan biriyim. Uzun zamandır kendi halimde dinler tarihi, İslam dini ve Kur'an-ı Kerim üzerine araştırmalar yapıyorum. İslam dini ve Kur'an-ı Kerim üzerine bayağı bir bilgi birikimim oluştu diyebilirim. Ben ve benim gibilerin  bir çoğu taklidi iman üzerine kendisini İslam dininin içinde bulmuştur. Taklidi iman: Bir araştırmaya dayanmaksızın, kişinin kendisine telkin edinilen, veya çevresinden yahut büyüklerinden gördüğü imanı benimsemesidir. Tahkiki iman ise: Kur'an'ın yüzlerce ayetinde emrettiği gibi, araştıran ve muhakeme eden kimsenin sapasağlam delillere dayanan imanıdır. Bu bağlamda taklidi iman sahibi her müslümanın, taklidi imandan tahkiki imana geçmesi için gayret etmesi gerekmektedir. 

Okullar kapandıktan sonra sadece bir yaz döneminde iki ay kadar Kur'an Kursuna gitmiştim. Temel bilgileri aldıktan sonra tam Kur'an-ı Kerim'i okumaya geçmiştim ki, kurstan ayrılarak babamın işlettiği bakkal dükkanında çıraklık yapmak zorunda kaldım. Şu anda Kur'an-ı okumakta güçlük çekiyorum, ama okuyabiliyorum. Ben Kur'an'ı papağan gibi değil, okuduğum her ayeti, her kelimeyi ve her harfi çözerek, anlayarak okumaya gayret ediyorum. Elbette Amerika'yı yeniden keşfetmek gibi bir amacım yoktur. Mevcut eserleri, kaynakları, belgeleri araştırıyor, inceliyor ve muhakeme ederek hurafelerden arındırılmış Cenab-ı Hakk'ın halis dinini ön plana çıkarmaya gayret ediyorum. Bu konuda elimizde sağlam ve güvenilir tek bir kaynak var,  o da Kur'an- ı Kerim'dir. 

Kur'an-ı Kerim, Yüce Allah'ın Cibril vasıtasıyla Hz. Muhammed'e gönderdiği vahyin kitap haline getirilmesinden meydana gelmiştir. Bunun için ona Allah'ın kelamı (sözü), tebliği denmektedir. Kur'an bu tebliğe "İslam Dini" demiştir. Kur'an Arapça olduğundan onu iyi ve doğru anlamak için Arap edebiyatını, Arapçanın etimolojisini, dil felsefesini, semantiğini, eski terimleri ile;sarfı, nahvi, iştikak ilmini, fıkhu'l-lugayı, belagatı, beyanı ve bedi'i iyi bilmek gerektiğini yaptığım araştırmalar sonucu öğrenmiş oldum. Ancak, Arapça bilmeyenlerin de Kur'an'ın güvenilir ve iyi bir tercümesine dayanarak, Kur'an'ı anlamanın ve ilim yapmanın mümkün olabileceğine de inananlardanım. Kur'an'ı iyi anlamaya yardımcı olacak diğer ilimlerden; mantık, usul'il fıkıh ve kelam ilimlerini de bilmek gerektiğini yaptığım araştırmalar sonucu öğrenmiş bulunmaktayım. Şimdi Kur'an'ı iyi anlamak için bu kadar ilmi tahsil etmeye bizim gibilerin ne zamanı, ne de gücü yeter. O halde bizim gibi insanlar, güvenilir iyi bir tercümesine dayanarak; Kur'an'ı anlayabilir ve ilim yapabilir.

Salat ve namaz konusunun iyi anlaşılabilmesi için yazının mecrası ister istemez genişlemektedir. Bu kadar aydınlatıcı ve destek bilgiyi verdikten sonra Kur'an'da ki "salat"ın ne anlama geldiği konusunu incelemeye geçebiliriz. İlmine ve kelamına güvendiğim akademisyenlerin ve araştırmacıların kitaplarını, makalelerini ve kaynak gösterdikleri eserleri inceledikten sonra, bizlere namaz olarak tercüme edilen "salat" sözcüğünün asıl anlamını öğrenmek için konuyu bilimsel olarak ele almamız gerekiyor. Akademisyenler "salat" sözcüğünün yapı olarak "saly" ve "salv" köklerinden türemiş olabileceğini söylüyorlar.  Dilbilgisi kurallarına göre her ilki kökten de türemesi mümkündür. Zira hem "saly" hem de "salv" sözcüklerinin son harflerinin "harf-i illet"(1) olması sebebiyle "nakıs"tırlar(2) ve bu köklerden bir sözcük türediğinde, köklerin sonundaki harf-i illetler düşerek başka harfe dönüşür. Bu durumda, türeyen yeni sözcüğün, bu köklerin hangisinden türediği konusunda ciddi bir araştırma yapılmadığı takdirde, ortaya bazı karışıklıklar çıkabilir. Nitekim "salv" kökünden olan kalıpların bir çoğunun çekimlerinde "vav" harfi değişim neticesi "ya" harfine dönüşmekte ve bu şeklide türeyen sözcükler, ilk bakışta "saly" kökünden türemiş gibi görünmektedir. Bu gibi durumlarda Kur'an'ın mesajını doğru anlamak için yapılacak ilk iş, sözcüğün türemiş olabileceği köklerin anlamlarına bakmaktır. Daha önce "salat" sözcüğünün "saly" ya da "salv" sözcük köklerinin her ikisinden de türemiş olabileceğini söylemiştik. Şimdi bu her iki kök sözcüğünün anlamlarını incelemek durumundayız. "Saly"; pişirmek, yakmak, ateşe atmak, ateşe girmek, yaslamak anlamına gelir. Sözcük bu manada "Hakka" suresinde geçmektedir. "Sonra cehenneme yaslayın onu. (Hakka/31) Aynı zamanda "saly" sözcüğü Türkçe'deki "sallamak" ve "yaslamak" sözcüklerinin de kaynağıdır. 

Ancak, konumuz olan "salat" sözcüğünün kökünün "saly" olduğu varsayılırsa, Kur'an'da geçen tüm "salat" sözcüklerinin ve türevlerinin "ateşe atmak" ve "yaslamak" anlamında olduğunu kabul etmek gerekecektir ki bu durumda, örneğin Kevser suresindeki "salli" emrinden "onu ateşe at"  veya Ahzab suresinin 56. ayetindeki  "sallu aleyhi" ifadesinden "Onu (Muhammed'i) ateşe sallayın/atın"  anlamını çıkarmak gerekecektir. "Salv" sözcüğü ise;isim olarak "uyluk", "sırt" demek olan sözcük şöyle açıklanır: "Salv" insanın ve dört ayaklı hayvanların sırtı, kalça ile diz arası anlamına gelir. Bu anlam doğrultusunda fiil olarak kullanıldığında sözcük; "uyluklamak", "sırtlamak" anlamına gelir ki, uyluğun (bacağın diz ile kalça arasındaki bölümü) yatay duruma getirilerek bir yükün altına uzatılması şeklinde bir hareket olan "uyluklamak" da, bir yükü sırta almak demek olan "sırtlamak" da, yük altına girmeyi, yüke destek vermeyi ifade eder.

Bu duruma göre "salat" sözcüğünün kökü "saly" değil, "salv"dir.  Sözcüğün aslı ise "salvet" olup, kök sözcük "nakıs" (son harfi illetli olduğundan) genel dilbilgisi kuralları gereği "salvet" sözcüğü "salat" şekline dönüşmüştür. Nitekim sözcüğün çoğulu olan "salavat" sözcüğünde, kök sözcüğün asıl harfi olan "vav" açıkca ortaya çıkmaktadır.  Zaten "salat" sözcüğünün "s-l-v" kökünden türediği hususunda ittifak olduğu içindir ki, bir anlam karışıklığı olmasın diye mushaflarda "salat" sözcüğü "elif" ile değil "vav" ile yazılır.

Sonuç olarak Kur'an'da geçen "salat" sözcüğünün anlamı; "destek olmak, yardım etmek, sorunları sırtlamak, sorunların çözümünü üzerine almak"şeklinde özetlenebilir. Oysa bize bu sözcüğü hep namaz ve namaz kılmak şeklinde tercüme etmişler. Buradan İslam dininde namaz ve namaz kılmanın olmadığı anlamı çıkarılmasın. Biz sadece Kur'an'da geçen "salat" sözcüğünün ne ifade ettiğini açıklamaya çalıştık.

Namaz konusuna gelince, aslında namaz da kendi başına sayfalar tutan bir izahı gerektiren hassas bir konu. Allah'a zillet göstererek yapılan dua şeklinde kısa bir açıklama yaptıktan sonra, namazı bir başka blog paylaşımında tekrar ele almak gerektiği görüşündeyim. Yıllardır fıkıh kitaplarında anlatıldığı şekilde namaz kılıyoruz. Kıldığımız bu namazların kime ne faydası var? ben bu zamana kadar hiç kimseye faydası olduğu düşüncesinde değilim. Namaz insanı kötülüklerden alıkoyar deniliyor ama, içinde kötülük olan birini kötülüklerden alıkoyduğunu hiç görmedim.  Adam camiye gidiyor namazı kılıyor, ondan sonra yine ferişta kesiliyor ve her türlü kötülüğü yapıyor. Ama yardıma muhtaç birinin derdine çare olduğunuz da, onun darlığını giderdiğiniz de hem siz, hem de karşıdaki kişi ne kadar mutlu oluyor değil mi? Bu çifte mutluluk, Yüce Allah'ı daha çok memnun ediyor. İşte bizim namazımız bu olmalı.
Selam ve saygıyla.

(1) Harf-i illet: Arapça'da harf-i illet (elif, vav ve ya) harflerinden ibaret olup, fiil çekimlerinde veya isimlerde meydana gelen harf değişimlerinde bu harflerin diğer harflerden farklı hareket etmesidir.
(2) Nakıs: Arapça'da yalnız son harfi harf-i illet olan sözcük, fiil.

Karartılamayan Işıklar


Memleket sevdası ile Köy Enstitülerinde yetişen eğitim ordusu, yüzyıllardan beri ayak izlerinin dahi bulunmadığı en uzak köylerimizde dalgalandırdıkları Türk Bayrağının gölgesinde, köylerimizi aydınlatmış ve canlandırmışlardır. Köy Enstitülerinin Karartılamayan ışıklarını rahmetle, saygıyla, minnetle ve şükranla anıyoruz.

Köy Enstitülerini kapattılar ama, aydınlığını söndüremediler” diyen emekli öğretmen Mümtaz Boyacıoğlu’nun kaleme aldığı ve yayınladığı “Karartılamayan Işıklar- Köy Enstitüleri” isimli kitabından dolayı kendisine teşekkürlerimizi sunarız.

Köy Enstitülerinin kuruluşu, çalışması ve kapatılması ile ilgili yaptığı araştırmalarla birlikte yirmi sekiz Köy Enstitüsü mezunu öğretmenlerle yaptığı söyleşilere de yer veren kitabını büyük bir keyifle zevk alarak okuyorum.

Sayın öğretmenim Mümtaz Boyacıoğlu’na, Köy Enstitülerinin bilinmeyen yanları ile birlikte kapatılmasıyla neler kaybettiğimizi de anlatan bu güzel ve faydalı çalışmasından ve hizmetinden dolayı kalemine, emeğine ve yüreğine sağlık ve mutluluklar diliyorum.


Kur'an'ı Anlamak


Merhabalar.
Bin yüz elli yıldan bu yana İslam dünyası dört rivayet ehlinin akla ve hür düşünceye karşı olmalarının baskı ve sıkıntısının ağırlığını taşıyor. Bu dört rivayet ehli hadisçiler, tasavvufçular, mukallit fıkıhçılar ve kelamcılar olup, bunlar Kur’an’ı bilgi kitabı olarak değil, dua ve namaz kitabı olarak değerlendirirler. Bin yüz elli yıldan beri hiç kimse Kur’an’a başvurup bu rivayetçilerin rivayetlerinin Kur’an’a uyup uymadığını teraziye vurma niyet ve cesaretini göstermedi. Üç yüz yıldan beri de İslam alimleri, Batı dünyasına karşı taklidi aşıp, toplumdaki müslümanların dini, sosyal, hukuki ve düşünsel gereksinimlerine gereği gibi bir uygulama ve çözüm üretmeyi düşünmediler. Tarihi, kültürü tekrarlayarak geleneği yaşamaya önem verdiler.

Müslümanların sorunlarının çözülemiyor olması, Kur'an'ı Kerim'i bin küsur yıldan beri terk etmek suretiyle, onu her çağa göre anlamaya çalışıp, uygulamayı ihmal etmiş olduklarındandır. Kur'an'ı Kerim'i yeni şartlara ve ihtiyaçlara göre anlamak gerektiği kabul gördüğü halde, meslek itibariyle anlamak mecburiyetinde olanların, bu anlayışa halen fiilen karşı çıkmalarının sıkıntısını bizler çekiyoruz.

Şimdiki İslam toplumlarının benimsediği İslam; Kur’an İslamından bin dört yüz yıl kadar uzak olmasaydı, müslümanlar dünyaya karşı bu düzeyde mi olurlardı? Bu bağlamda yapılacak iş Kur’an’a dönüp, onu zamanımızın bilgisine ve şartlarına göre yeniden anlamak olacaktır. Müslüman toplumlarının kurtuluşu buna bağlıdır.
Selam ve muhabbetle.

Kaynak: Kur'an'a Göre Araştırmalar-Prof.Dr. Hüseyin Atay

İzleyiciler Eklentisi

Merhabalar.
Bu kaçıncı kez oluyor bilmiyorum ama, yine Blogger'in çok can sıkıcı bir uygulaması olan "İzleyiciler" eklentisinden bahsedeceğim. Blog sayfamın izleyiciler eklentisinin en son görüntüsünü yukarıda paylaşarak söze başlamak istiyorum. Sayfamı takip etmek üzere profil bilgilerini paylaşan "özlem" mahlaslı izleyiciye dönüp, blog sayfamı ziyaret ettiği ve sayfamı takibe aldığı için, ona teşekkür etmek istiyorum. Ama bunu yapamıyorum. Önceden olsaydı, çok kolaydı. Takip eden üyenin izleyiciler eklentisindeki profil bilgilerini içeren profil simgesine tıkladığınızda sağ tarafa açılan penceredeki bilgilerinden izleyiciye ulaşmak mümkündü. Şimdi bu açılan pencerede izleyicinin sayfa linki olmadığı gibi, sanki benim ne işime yarayacaksa, takip ettiği diğer blog sayfaları listeleniyor. Sizce de bu Blogger'in önemli bir kusuru değil mi? Yoksa sizin için, bunun hiç mi önemi yok?..

Blogger'in bu kusurunu gidermesi için ilgililere çok mesaj gönderdim. Ama bu güne kadar söz konusu eksikliğin ne giderileceğine ne de giderildiğine dair bir bilgi verilmedi. O halde iş yine biz kullanıcılara düşmektedir. Peki bunu nasıl yapacağız? Kimin sayfasını takip etmek için "İzle" butonuna basıyorsanız, lütfen o sayfadaki en son paylaşılan bloğun altındaki "yorum yaz" linkine tıklayarak sadece bir "merhaba" yazın ve gönderin, tekrar size dönmek isteyen blog sayfası sahibine çok büyük bir iyilikte bulunmuş olacaksınız. Neden mi? Yazdığınız yorumunuzun altında göndericinin linki yer alıyor. İşte sayfa sahibi o yazılan yorumun altında oluşan linke tıklayarak size ulaşacaktır. Aksi halde size ulaşması mümkün değil. 
Saygılarımla.  

Diplomasinin Zaferi

Cepheye Mühimmat Taşıyan Kadınlarımız.

"Milli Mücadele bir vatanseverlik ve kahramanlık destanından ibaret değildir. Aynı zamanda bir örgütlenme, bir lojistik, bir rasyonel planlama ve diplomasi zaferidir" diyen gazeteci yazar Taha Akyol'a katılmamak mümkün değil. Diplomasi yoluyla, İtalya ve Fransa'yı saf dışı bırakarak, Milli Mücadele'deki düşman sayısını azaltan Mustafa Kemal Paşa, orduyu Büyük Taarruz'a hazırlarken yine İtalya ve Fransa'dan silah, mühimmat, kamyon ve uçak aldığımızı biliyor musunuz? İşte bu diplomasinin bir zaferidir. 

30 Ağustos 1922'deki Büyük Zafer'le İzmir'e yürüyen Milli Mücadele neslini derin bir saygıyla, şükranla ve rahmetle anıyoruz. 

Dinlemek Sabır Gerektirir


“Dinlemek” sanıldığı kadar kolay değildir. Öncelikle sabır gerektirir. Üstelik karşınızdakinin ne demek istediğini kesin olarak anlamak ise, çaba ve tecrübe ister.

Çoğu kişi, daha ilk birkaç cümleyi duyar duymaz karşısındakinin ne demek istediğini anladığını sanır. Daha derdimizi anlatmaya vakit bulamadan karşımızdakinin “Evet, ne demek istediğinizi biliyorum.” Diyerek sözümüzü kestiğine kaç kez şahit olmuşuzdur.

Etrafınıza bir bakın, kimsenin dinlediği yok. Günümüzün moda deyimiyle “iletişimin”, ya da “anlaşmanın” altın kuralı; karşıdakinin söylemek istediklerini, sözünü kesmeden dinlemektir. Demek istediğini tam olarak anlatmasına fırsat vermektir. Ama gönüllü olarak!..

Ancak bu şekilde, buna karar vererek, başkalarının sözünü kesmek gibi kötü bir alışkanlıktan kurtulabiliriz. Ayrıca, çoğunlukla konuşmanın sonunda bir yerde bulunan asıl bilgiyi, muhatabımızın meramını öğrenme imkanı buluruz. Çünkü konuşmaların önemli bir bölümü bir “saded”e geliştir. O saded ise arkadadır.

Dinlemeyi beceremeyişimiz, hayat tarzımızın ve ruh halimizin de göstergesidir. Muhatabı dinlememek; küçük görme, acelecilik, üste çıkmaya çalışmak, umursamazlık, saldırganlık gibi bir çok huyun yansımasıdır. Dinlemek ise olgunluğun, bilgeliğin, kendine güvenin göstergesidir.

Birbirimizi daha fazla dinleyelim. Cevap verme hızımızı kesip, daha iyi bir dinleyici olduğumuzda daha huzurlu olacağımız kesindir.

Hiçlik Makamı


Merhabalar.

Bloggerde "Nursalkımı" alan isimli sayfası olan bloggerin "Yoruldum" başlıklı şiirindeki "Yarımdım hiç oldum." dizesinden yola çıkarak bu yazımı kaleme almaya karar verdim. Hiç olmak, hiçlik, hiçlik makamı derken çok uzun bir yolun yolculuğuna çıktığımı, konuyu araştırmaya başladığımda anladım.

Gurur ve kibrin zıddı olan makama "hiçlik makamı" denildiğini öğrenmekle birlikte daha yolun başında beni nelerin beklediğini ve aynı zamanda ne kadar derin ve ulvi bir konuyla karşı karşıya olduğumu tahayyül bile edemezdim. Aslında çok uzun kaçmasa, Nasrettin hocanın da "hiçlik makamı" ile ilgili bir fıkrasına yer vermek isterdim. Ama yine de bu fıkrayı şöyle kısaca özetlemekten kendimi alıkoyamadım. Hocaya biri "Kimsin?" diye sormuş. O da "hiç" demiş.  Hoca da adama "Sen kimsin?" demiş adam da  kabara kabara "Mutasarrıf" demiş. Hoca "sonra ne olacaksın?" diye sormuş,  adam da "Vali" olurum demiş ve bu sorular böyle sadrazama kadar devam etmiş. Ardından hoca son olarak "daha sonra ne olacaksın?" diye adama sormuş ve adam da gelinecek başka makam kalmadığı için "hiç" demiş. Bunun üzerine Nasrettin hoca adama:"Daha niye kabarıyorsun be adam! Ben şimdiden senin yıllar sonra gelebileceğin makamdayım: "Hiçlik makamında!" demiş.  İşte Nasrettin hoca kendi mizah anlayışı çerçevesinde hiçlik makamını böyle dile getirmiş.

Gönül almak, güçsüzlere hizmet etmek, yoksullara yardım etmek, zayıfları ve gönlü kırıkları korumak, hiçlik makamına ulaşılan yoldaki merhalelerden bazılarıdır. Hepimizin Hallac-ı Mansur adında ismini duyduğu ve ismiyle tanıdığı bir zat-ı muhterem vardır. Hallac-ı Mansur'un büyük bir alçak gönüllülükle, gurur ve kibrin zıddı olan bir söylemi vardı, neydi bu söylem? "En el Hak" En el Hak ne demek? "Ben Hakk'ım" demek, yani ben bir hiçim, ben Allah'ım demek. Bunun yerine ben Hakk'ın kulu, kölesiyim deseydi ne olurdu? Kendi varlığı ile birlikte diğeri de Allah'ın varlığı olmak üzere iki varlık birden öne sürmüş olurdu. Oysa, "Ben Hakk'ım" diyen Mansur, kendi varlığını yok ettiği için  "En el Hakk" diyor. Yani "Ben yokum, hiçim, hepsi O'dur. Allah'tan başka varlık yoktur! Ben yalnızca yokluğum... Hiç'im diyor. Ama halk bunun manasını anlamadığı için Hallac-ı Mansur'u, Allah'lık iddiasında bulundu diye katlediyorlar.

Mansur'un izinden giden Hafız, Hayyam ve Mevlana'dan da bahsetmemek olmaz. Sırrı giz eyleyen Tanrı'dır. Oysa bu üç değer, Mansur'un "En el Hakk" sözü gibi bir alçak gönüllülükle sırrı ruhlarına taşıyıp, orada yoğurarak giz ediyorlar. Mansur'un izinden gidiyorlar. Üçünün de içinde sadece aşk var ve onun dışında bir şey kalmıyor. Aşk, onların içinde bir yangın. Şiir ise yangının dert ortağı. Nefislerini öldürüp, hiçlikle aralarındaki duvarları yerle bir etmiş bu insanlar Hallac-ı Mansur'un "En el Hakk" sözünü bir kez daha anlamlandırmış ve büyütmüşlerdir.

Selam ve dualarımla.

Sor Beni

 
                             
Kahrettim ömrüme, beni terk etti gitti diye
Ne olmuş, ne bitmiş, geçen ömre sor beni
Yarım kalmaz sanırdım, yarım kalan işleri
Mahşer muştusu kalan umutlara sar beni

Bu ömür burada biter ve ben giderim
Yaşadığım günlerin hicranına sor beni
Ne ağladığımı bildim, ne de güldüğümü
Beyaz kefene değil, anılara sar beni

Sanma ki bu yolculuk burada bitecek
Daha ne güzel günler var görülecek
Ölenle ölünmez, hayat devam edecek
Baran'dan esen ılık meltemlere sor beni

Recep Altun

En Büyük Düşman


Rüyasında saltanatını yıkacak bir peygamberin dünyaya geleceğini gören Firavun, bazı tedbirler alır. Önce bütün eşleri birbirinden ayırarak beklenen peygamberin doğmasını engellemek ister. Daha sonra müneccimlerden bu çocuğun dünyaya geldiğini öğrenince, o yıl doğan bütün erkek çocukları öldürtür.

Hz. Musa’nın annesi çocuğunu ölümden korumak için, onu beşiğiyle Nil’e bırakır. Suda sürüklenen beşik, Firavun’un sarayı önüne gelir. Firavun’un eşi çocuğun ölümüne mani olur ve onu himayesi altına alır. Böylece Firavun’un bütün tedbirleri boşa gider ve can düşmanı olduğunu bilmeksizin Hz. Musa’yı sarayında büyütmeye başlar. İnsanoğlu da düşmanını hep dışarıda arar, suçunu yüklenmek istemez ama, en büyük düşmanı bünyesindeki nefistir.

Sevgi

Kendinizden başkasını sevmeyebilirsiniz, ancak onlara saygı göstermek zorundasınız. Başkalarından hem sevgi, hem de saygı görmek istiyorsunuz ama, kendiniz bu konuda hiçbir şey yapmıyorsunuz ve bu davranışınızı da yalaka olmamakla savunuyor ve ödüllendiriyorsunuz. Olduğu gibi görünmek, ya da göründüğü gibi olmak yalakalık mıdır?.. Peki tüm kapıları kapalı tutmakla siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Tüm kapalı kapıların anahtarının sevgi olduğunu çilingirler size söylemediler mi?

Yoksa, insanlıktan ve sevgi denilen yüce duygudan nasibini almamış insanların safında olduğunuzu kabullenmenin zorluğundan dolayı, kendinizi böyle mi avutuyorsunuz?

Bakın, Prof. Dr. Muhammed Nur Doğan, sevgiyi nasıl tarif ediyor: “...Sevgi, aslında insan doğasının kumaşına yüce Yaratıcı tarafından işlenmiş en güzel ve en muhteşem bir motiftir. O ruh gibi bir varlığın özüne konulmuş, eşyanın tabiatına üflenmiş en yüksek değerdir. Sevmek; var olmak, var olmanın keyfini tatmaktır. Sevmek, ezeli ve ebedi bir neş’e halidir. Neş’e ise var olmak, var olmanın heyecanını duymak demektir. ... “

Bence yanlış yapıyorsunuz. Cenab-ı Hakk her şeyi sevgi üzerine ve sevgiyle yaratmıştır. İnsanları ve tüm canlıları ancak sevgiyle kazanabilirsiniz. Sevgi, her derdin ilacı olduğu gibi, barışın, huzurun kardeşliğin ve mutluluğun da anahtarıdır. Gönlümüz ve yüreğimiz kapalı bir sandık gibidir ve bu sandığın anahtarı da sevgidir. 

Okyanusların derinliklerine fırlatılmış nice kilitli sandıkların anahtarları vardır. Okyanusa fırlatılmış bulunan o kadar anahtarın arasından, fırlattığınız anahtarı bulmanız mümkün değildir. Çünkü zaman size o şansı vermez. Bu yanlış davranışınızın telafisinin mümkün olmadığını, kilitli sandığın anahtarını okyanusun derinliklerine fırlatmadan önce düşünmeniz gerekirdi. Çünkü, ne yaralı gönüllerin ne de kırık kalplerin tamiri mümkün olmadığı gibi; zaman denilen ilacın sayesinde kanayan yaralar kabuk bağlasa da, kırgın gönüllerin yüreklerinde bulunan yaraların acısını duymamak ve unutmak  da mümkün değildir.