Merhabalar.
![]() |
Karikatürist Hicabi Demir |
Merhabalar.
![]() |
Karikatürist Hicabi Demir |
Merhabalar.
Dünyada nerede olduğumuza bağlı olarak gökyüzünün 8 ila 14 km. arasında soluduğumuz hava ile bulutların barındığı katmana troposfer katmanı diyoruz. Troposfer, atmosferin yere temas eden en alt katıdır. Bu katmanda yerden yükseldikçe sıcaklık düşer. Gazların en yoğun olduğu kattır. “Tropos” değişim demektir. Bu katman adını, atmosferimizin bu bölümünde sürekli değişen ve gazları karıştıran hava koşullarından alır. Troposferle ilgili bu kadar bilgiyi paylaştıktan sonra asıl konumuza dönebiliriz.
Dün ve bugün hava rüzgarlı olmakla birlikte bulutların bulunduğu troposfer tabakasındaki rüzgar ne kadar güçlü esiyorsa sürekli bulutları batıdan doğuya doğru çok hızlı bir şekilde sürüklüyordu. Dışarıda güzel ve ferah bir bir bahar havası kokusu vardı. Bu koku, memleketimin bahar aylarında teneffüs ettiğim bahar kokusuna o kadar benziyordu ki, her nefes aldığım da kendimi memleketimde hissediyordum.
Rüzgarın sayesinde bulutlar güneşle sanki köşe kapmaca oynuyorlardı. Bulutlar, bazen güneşin bize dönük yüzünü bizden saklıyorlar, bazen de önünü açarak cömertçe ışıklarını bizlere göndermesini sağlıyordu. Bazen de çok parçalı bulutların arasından güneş bize kaş göz eder gibi bir görünüp bir kayboluyordu. Gökyüzündeki rüzgar, bulut ve güneş üçlüsünün hareketlerinden oluşan bu keyifli manzaranın seyrine doyum olmuyordu.
Halen ben bu yazıyı yazarken troposfer katmanındaki rüzgar, bulut ve güneş üçlüsünün dansı devam ediyordu. Güneye bakan çalışma odamın penceresinden bir taraftan yazıyı yazarken, bir taraftan da bu üçlünün dansını seyretmeye devam ediyordum. Rüzgarın kovalamacasıyla büyük bir hızla batıdan doğuya doğru akın eden parçalı bulutların arasından güneşi görürken, mavi gökyüzü de sanki parçalanarak bölgelere ayrılmış bir gökyüzü haritasını andırıyordu.
Selam ve Saygılarımla.
Merhabalar.
Oksijen gazetesi 54 cm. uzunluğunda ve 34 cm. genişliğinde içeriği dergi formatında hazırlanmış, Türkiye'nin tek hafta sonu gazetesidir. Arkalı önlü 44 sayfadan ibarett olup, satış fiyatı 30,00 TL.sıdır. Oksijen'de magazin haberleri bulamazsınız. Haftanın içinden seçilen önemli haberlerle birlikte daha çok eğitici ve bilgilendirici haber ve konulara ağırlık verilmiş. Ana gazete sayfalarını, yorum(10), moda(1), sağlık(4), ekonomi(6), gayrimenkul(2), gündem(6), mavi dünya(1), politika(1), teknoloji(1), görüş(2), iklim(1), moda(1), spor(3), tarım(1) sayfa olmak üzere bu başlıklar altında önemli konu ve haberelere ayırmış.
Ek olarak verilen "O2" başlıklı ikinci gazete de aynı boyutlarda olup, arkalı önlü 32 sayfadan ibarettir. Şehir, yaşam, tiyatro, müzik, moda, dekorasyon, yemek, seyahat, hediye, güzellik, gündem, sürdürülebilirlik, eğlence, tarih, sanat, kitap, sinema, 6 sayfa (ekran) televizyon kanalları ile ilgili bilgi ve haberlere ayrılmış ve son sayfasında da bulmacası var.
Ana gazetede yer verilen reklam alanını hesapladığım da 44 sayfalık gazetenin 10 tam sayfasının reklama ayrılmış olduğunu gördüm. Televizyon kanalları ile gazetelerin gelirlerinin büyük bir kısmını reklamlardan elde ettiği hepimizin malumudur.
Gazetenin ön sayfasında önemli haberler ile eğitici ve bilgilendirici haber başlıklarının kısa alıntılarına yer vererek devamının da hangi sayfada olduğu not düşülmüş. Ön sayfayı çevirdikten sonra gazetenin hemen "yorum" başlıklı ikinci sayfasında özetle: "Benden size kesin bir bilgi, istediğiniz kadar yayabilirsiniz: Sevilme ihtiyacımızı karşılamamızın bir tek yolu var; sen de birisini seveceksin! Birisine ihtiyacı olan sevgiyi vermelisin ki o da senden bunu esirgemesin."Mehmet Y. Yılmaz'ın "Sevilmeden sevmeyi becerebilir misiniz? başlıklı yazısına yer verilmiş.
Gazete içerisinden dikkatimi çeken bir başka başlık ise Neo Skola CEO & Kurucu Ortaklarından Özgür Kızılelma'nın "Türkiye Polimatlarla Değişecek" başlıklı yorumdur. Yine yorum bölümünden Selçuk Şirin'in kaleme aldığı "Zorbalık Bir Sistem Meselesidir" başlıklı yazısında zorbalığı tarif ederek zorbalığın üç farklı şekilde tezahürünü açıklamış.
Her konu başlığından bir haber ya da gündem maddesine yer verecek olursam, bu yazının tadı kaçar. Bu bağlamda Oksijen gazetesi ile ilgili yeteri kadar açıklamaya yer verdiğimi sanıyorum. Merak edenlerin hafta sonlarında en yakın bir gazete bayine giderek gazete raflarına göz atmalarını öneririm.
Selem ve saygılarımla.
Bir mülkiyet hakkımıza el atmadıkları
kalmıştı, en nihayetinde mülkiyet hakkımıza da el attılar. Çıkardıkları rant
yasalarını çok masumane gerekçelerle kamu oyuna anlatıyorlar. Ama rant
yasalarının içinde durduk yerde vatandaşı rahatsız edip uykularını kaçıracak
hususların olduğu bir gerçektir. Dolayısıyla vatandaş bu yasalarla mağdur
edilecek. Geçmişte yapılan uygulamalarda bunun çok açık seçik örnekleri
var.
Gelelim vatandaşı mağdur edecek yeni
Kentsel Dönüşüm Yasa'sına göz atmaya:
Kentsel dönüşümde vatandaşı mağdur
etmeden yeni bir yaşam alanı kurmak ve dönüşüm süresince vatandaşların
barınmasını sağlamak yerine hükümet 21 maddede polisin müdahalesine izin
vermiş, eve çilingirle girme hakkı tanımış, masrafların maliklerden alınmasını
düşünmüş, rezerv alanı keyfi bir rant gözüyle seçme hakkı vermiş ama tırnak ucu
kadar vatandaşını düşünmemiş!
Bu dağınık sistem, iktidarın vatandaşı
umursamadığı ve sadece kendi çıkarlarını düşündüğü anlamını taşıyor. Devlet,
kendi yetersizliklerini vatandaşın cebinden doldurarak, aslında kentsel dönüşüm
adı altında bir soygun düzenine dönüşüyor.
Çevre, Şehircilik ve İklim
Değişikliği Bakanlığı'nın lisanslandırdığı kamu kurumları ve üniversiteler,
sermayesinin yüzde 40'ını kamuya ait olan şirketlerle birlikte riskli yapı
tespitini yapıyor. Ancak, tespit edilen riskin faturası sadece mülk sahiplerine
kesiliyor. Yani devlet, görevi sadece lisans vermekmiş gibi davranıp, mülk
sahiplerini kendi riskleri ile baş başa bırakıyor.
Türkiye’yi depreme
hazırlamak için kentsel dönüşüm yasası hazırladığını iddia eden AKP iktidarının
önerisinden “mülke el koyma” planının ortaya çıktığını görmemek için kör
olmak lazım.
AKP iktidarının Meclis’e sunduğu Afet
Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanunda Değişiklik
Yapılmasına Dair Yasa Teklifi tartışma yarattı. Teklifin en tartışmalı maddesi
ise “rezerv yapı alanı” ile ilgili düzenleme oldu. Meclis’e sunulan
kentsel dönüşüm yasa teklifiyle üzerinde yapı bulunan alanlar, özel mülkiyetler,
parklar ve askeri alanlar da rezerv alanı ilan edilebilecek.
Devletimizi elimizden alıp tarikat ve
cemaatlere paylaştırdılar. Bankalarımızı, limanlarımızı, fabrikalarımızı daha
nice kurum ve kuruluşlarımızı özelleştirme adı altında sattılar. 13 milyon
sığınmacıyı ülkemize doldurup ortak getirdiler. Ve şimdi kentsel dönüşüm için REZERV
ALAN yasası ile oturduğumuz evlere göz diktiler.
Her şey bununla da bitmiyor. Afet
Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’da yer alan “rezerv yapı alanı” tanımı da
değiştirildi. Yasayla birlikte yerleşim yerlerinde yer alan parsellerin de
rezerv yapı alanı olarak belirlenebilmesinin yolu açıldı.
Asla unutulmamalıdır
ki, devletçilik ve devlet müdahaleciliği başta vergi olmak üzere sahip
olduklarımızı yasal yollardan gasp etme aracına dönüşebilir. “Sınırsız
vergileme yasal hırsızlıktır” sözünün manası budur; yani devlet keyfi,
haksız ve ağır vergiler yoluyla sahip olduklarımızın bir kısmına ya da tamamına
el koyabilir.
Bu bakımdan sınırsız devlet, insan hak ve özgürlükleri için en büyük tehlikedir. Güç ve yetkileri kontrol edilemeyecek derecede büyümüş bir devlet, mülkiyet hakkını kolayca ihlal ve istismar edebilir. Bu devlet, mülkiyet hakkının koruyucusu olamaz; tam aksine mülkiyet hakkı için bir tehdit ve tehlikedir.
Recep Altun. Ankara, 19 Kasım 2023
gerçekten güzel miydi o günler?
yoksa mazide kaldıkları için miydi?
geçmişi harcayan neydi sahi?
birbirine değmeyen ellerimiz miydi?
denemek istemiştim aşk nedir diye,
aşk, korkak yüreklerin işi değilmiş!
nereden bilebilirdim, böyle olacağını,
bilseydim merak eder miydim hiç;
aşkın bana göre olmayacağını...
Pahalıya mal olmadan öğrendim şükür.
ama yaralı ve kırık bir kalp kaldı geride.
unutur sanmıştım, ama unutmadı, feride.
bir aşk daha boynu bükük kaldı şiirlerde...
Recep Altun,Ankara,12.11.2023
![]() |
Vatanımızın Kurtarıcısı, Cumhuriyet'imizin Kurucusu, Bağımsızlığımızın Mimarı, Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk; |
Onun naçiz bedenidir bizden ayrılan, onun yaptıklarıdır bizimle beraber kalan. Aramızdan ayrılışının 85. yıl dönümü münasebetiyle sevgili Atamızı rahmetle, minnetle, saygıyla, sevgiyle ve özlemle anıyoruz. Ruhu şad olsun.
Gerçekten Bimcell abonelerine, diğer GSM operatörlerine göre en uygun fiyatı sunduğu için bağlantı kalitesine pek önem vermeyen GSM abonelerinin tercih ettiği bir sektör olmuştur. Bu bağlamda ben de on yılı aşkındır Bimcell'i tercih ederek GSM hizmeti alanlardanım.
Ben, Bimcell'in karma üçlü paketlerinden yurt içi her yöne 750 dakika, her yöne 250 SMS ve 3 GB internet içeren "Dost Küçük" paketini aylık 102,00 TL. karşılığında kullanıyorum. Geçenlerde kullanım süresi bir ay ile sınırlı olan paketimin süresi bittiği için yeniden 102,00 TL. karşılığında paketimi yenilemem gerekiyordu. Ancak, 750 dakika konuşma süresi bana çok fazla geldiği için her seferinde artan konuşma sürem boşa gidiyordu. GSM hizmeti veren sektörler karma paketlerde bu süreleri öyle güzel ayarlıyorlar ki, kimine konuşma ve internet süresi yetmediği için daha büyük karma paketleri tercih etmek zorunda kalıyor; kimilerine göre de en ucuz paketin içerdiği süreler bile fazla geldiği için benim gibi beyhude ücret ödemek durumunda kalıyorlar. Ben de bu ay Bimcell hesabıma, 58,00 TL. karşılığında sadece 250 dakika konuşma süreli olan paketi tercih etmek üzere 90,00 TL. para yatırdım. O ara konuşma paketi tercihimi telefon ile evde daha rahat bir şekilde bildirmek üzere yola koyuldum. Ben mağazadan çıkıp eve gidinceye kadar, telefon cihazımda açık kalan "mobil veri" internet hizmeti sağlayan konum, hesabımdan 37 küsur lirayı kaşla göz arasında yutmuş. Eve gelince, SMS ile Bimcell'e 250 dakika paketini tercih ettiğimi gönderdim. Bimcell bana, bu hesabın aktif olduğunu ve kullanmaya başlayabileceğimi; ya da hesabımda kalan paranın bu pakete yeterli gelmediği için bu isteğimi yerine getiremediklerini belirten bir uyarı mesajı göndermesi gerekirdi, ancak söz konusu iki mesajdan hiçbiri gelmedi. Bakiye kalan bilgilerimi sorgulamam sonucunda hesabımda sadece 54 küsur liranın kaldığını öğrenince beynimden vurulmuşa döndüm. Olayı anlamakla beraber müşteri hizmetlerini aradım ve konuyu teyitle öğrenmiş bulundum.
Bu etraflı ve uzunca GSM hikayemi neden anlatmak istediğime gelince. Ben daha tercihimi belirtmeden ve gerçekten cep telefonumu açıp internet bile kullanmamışken, sadece telefon cihazımdaki "mobil veri" tercihi açık kaldığı için, bunu bir fırsat bilerek beş dakika içinde hesabımdaki paranın 37 küsur lirasını internet kullanımı karşılığında yutmasına kızdım doğrusu. Ben bu duruma göre, pirince giderken evdeki bulgurdan oldum. İşte iletişim hizmeti sağlayan tüm operatörler aynı zihniyete sahip. Hizmet vermekten öte, "abonemi nasıl soyarım" mantığı ile çalışmaktadırlar.
GÖRÜNEN o ki, Cumhuriyetimizin 100. yılını en çok reklam ajansları kutluyor. Yüz yıl! Yüz yıl, dile kolay yüz yıl! Nasıl bir kabullenememişlik ki, Cumhuriyetimizin bir asrı geride bırakılmasını kutlamayı bile hazmedemiyorlar.
Bu, o yalın ayaklı çocukların Cumhuriyetidir.
Çok yaşa Cumhuriyet, ilelebet yaşa!
Y.B.
Bu bloglar niye var? Hep iyi giden şeyleri paylaşıp, ortalığın güllük gülistanlık olduğunu göstermek için mi? Gerçeklere hiç mi değinmeyeceğiz? Hep mutlu şiir, hikaye ve romanlar mı paylaşacağız? Hep edebiyat ve güzel sanatlar mı konuşacağız? Hep tabiatın yeşil ve mavi denizlerinden; kuşlarından, böceklerinden mi konuşacağız? Hep mutluluk tabloları mı resmedeceğiz? Kanayan, hatta kangren olmuş yaralardan hiç bahsetmeyecek miyiz?
Türkiye Cumhuriyeti'nin devirdiği bir asrın sonunda ne hale geldiğimizden, her şeyin tepe taklak olduğundan hiç bahsetmeyecek miyiz? Ben öyle bu toplumun çok okumuş, bilgin ve aydın sayılan bir ferdi olmamakla birlikte neyin ne olduğunu görürken; okumuş, bilgin ve aydın kesimi oluşturan bu vatanın evlatlarına sesleniyorum. Daha nereye kadar?..
NOT: Bu paylaşım yorumlara kapalıdır.
Çalap, Tanrı demektir. Tanrı’nın tahtı, insanın gönlüdür. İnsan gönlü yıkmak sembolik olarak Tanrı’nın tahtını yıkmak anlamına gelir, Kabe’yi yıkmaktan daha kötü bir davranıştır. Gönül yıkan iki alemde de hüsran olur.
Yunus Emre’nin şiirlerinden bir kez daha anlaşılıyor ki “gönül” kavramı son derece önemlidir. Çünkü, Gönül, Hakk’ın tecelli ettiği yerdir. Gönül kıranın bu dünyada da öbür dünyada da yeri yoktur. Makbul kabul edilebilecek hangi iyi işi yaparsanız yapın; eğer gönül kırdıysanız, hiçbir kıymeti yoktur. Yunus Emre, gönlü her şeyden üstün tutar. Cenab-ı Hakk orada tecelli ettiği için gönül yıkmanın çok büyük günah olduğunu söyler. Gönül yapmak ne kadar takdire şayan görülmüş ise, bir gönlü incitmek de o derece günah addedilmiştir.
Lügatler gönlü şöyle tarif ederler: "Gönül, yürekte olduğu varsayılan nitelik, sevgi, istek, anış, düşünüş gibi duygu kaynağı, kişinin iç dünyası. Arzu, istek, sine" Farsça dil, derun; Arapça kalb, hatır ve Türkçe yürek kelimeleriyle de karşılanan gönül; Türk edebiyatının divan, halk ve dini-tasavvufi mahsullerinin en önemli ve en çok işlenen konularından biridir. İmanın ve küfrün merkezi kalptir. Kalp iman nuru ile dolduğunda gönül, inkara ve küfre yöneldiğinde ise nefistir.
![]() |
Ev ve Bahçesinden Bir Görünüm |
Malumunuz olduğu üzere yaz aylarını, babamızdan kalan ilçemizdeki müstakil bahçeli evde geçiriyoruz. Bahçe içinde köşede tandırlık ve küçük bir dükkan gibi müştemilatlarımız da var. Her sene olduğu gibi bahçe yine fare kaynıyor. Bu yıl bahçelerde ve tarlalarda da çok fazla fare var.
![]() |
Yukarıçiftlik Köyündeki Ceviz Bahçesi Boşluğuna Yapılan Sebzelik ve Korkuluklar |
İlçe dışındaki arazilerde yapılan sebzelerden domatesleri hep fareler kemirerek yaraladı. Domatesleri kargalardan yaptığımız korkuluklarla koruduk ama, farelerden koruyamadık.
![]() |
Evin Giriş Kapısı |
Evimizin giriş kapısını sürekli kapalı tutarız. Açık kaldığı zaman hemen fareler içeriye bir şekilde hücum ediyorlar.
![]() |
Mutfaktan Bir Görünüm |
Lafı fazla uzatmayayım, mutfakta tam üç adet fındık faresi yakaladım. Bahçemizde kedimiz de var; ne işe yarıyorsa? Ciğerleri o yiyor; fareleri ben tutuyorum.
![]() |
6 Haziran 2020 Tarihli Bir Kabir Ziyareti |
Merhabalar.
Prostat ameliyatı oluncaya kadar yaz aylarında haftada üç gün bisiklete atlar, doğru kabristana gider, yakınlarımın mezarlarının bakımını ve ziyaretlerimi yapardım. Bu yıl bisiklete binmem yasaklandı. Çünkü bir de ameliyat esnasında oluşan sol kasık fıtığı çıktı. Yaptığım araştırma sonucu prostat ameliyatları sonrası kasık fıtıklarının oluşması beklenen komplikasyonlardan biriymiş, ama ben bu durumu diğer komplikasyonlar gibi doktorlarımdan değil, internetten öğreniyorum.
Bu yıl iki kez kabristana yaya olarak gittim. Artık uzun mesafeli yaya yol yürüyüşlerinin beni yorduğunu hissettim. Kasık fıtığım olmasa yine bisiklete binmeye devam edecektim ama, henüz daha 1 cm. yırtığı olan bir kasık fıtığını büyüterek başıma iş açmak istemedim. Yaz aylarını geçirmek üzere geldiğim memleketimdeki devlet hastanesinde de fıtık ameliyatını olabilirdim ancak, hastanenin tek bir cerrahı var; o da sorunlu, hastalarına karşı iyi davranmıyor. İyi davranmadığı için de hastalarıyla sürekli tartışma yaşıyor. Kasım ayında yeniden Ankara'ya döneceğim için, fıtık ameliyatımı kendi hastanemde olurum diye tehir ettim.
Kabristan ziyaretleri beni biraz rahatlatıyor, kendimi orada iyi hissediyorum. Kabir ehli gayet zararsız kimseler. Onlar asla senin canını sıkmazlar, sana sorun çıkarmazlar. Kendi hallerinde derin ve deliksiz bir uyku halindeler. En son Kovid-19 virüsünden 66 yaşında kaybettiğimiz emekli öğretmen halamın oğlu Salih'ten ahiret yurdundan haber vermesi konusunda çok ümitliydim. Kendisi deistti, sağ iken, onunla bu konuları çok sık konuşurduk ve "sen hiç merak etme dayı oğlu oraya gidersem sana haber veririm" demişti. Mezarının başına varıyorum ona sesleniyorum, ama o bana hiçbir şekilde cevap vermiyor. Bu cümleleri sakın ciddiye almayın, sağlığında kendisiyle böyle sohbet ettiğimiz için ben de kabri başına varıp, onunla böyle sohbete devam ediyorum.
Kabir ziyaretlerimizin mevtalara hiçbir faydası yoktur. Ziyaretlerimizin faydası bizedir. Ben zaten hiçbir kabir başında mevta için bırakın Kur'an'dan bir aşır okumayı Fatiha bile okumuyorum. Sadece şöyle niyazda bulunuyorum: "Allah sana rahmetiyle, merhametiyle, mağfiretiyle ve de cennetiyle muamele eylesin." Bu kadar... Bu konuyu daha fazla irdelemek istemiyorum, çünkü insanların inançlarına karşı saygılı olmak durumundayım. Herkes bir başkasına zarar vermeden ve bir başkasını rahatsız etmeden inandığı gibi dini vecibelerini yerine getirebilir.
Mektubuma burada son verirken, hepinize sağlıklı, huzurlu ve mutlu günler dilerim. Sağlıcakla ve esen kalın.
Sizleri bilmem ama, ben bu günlerde ne paylaşacağını ve ne yazacağını bilmeyen şaşkın bir ördek gibiyim. Şu anda her şeyim abluka altında. Aklım, fikrim, düşüncelerim, vicdanım, bütçem, sağlığım, maneviyatım ve her şeyden önemlisi ruhum vb. Kaldığım bu abluka çemberinin bulduğum zayıf bir noktasını kırarak nefes almak için dışarı başımı uzattığım da başucumda duran bir kitabın satır aralarından yazarının bana inatla gönderme yapan düşüncelerini sizlerle paylaşmak suretiyle kendime gelmek, daha doğrusu rahatlamak istedim.
"Tanrı, menşe ve öz itibariyle bir 'akıl nesnesi' değildir, onu bu hale, daha sonraki kuşakların akılsızlığı ya da aklı getirmiştir. O, spekülasyonun, felsefenin nesnesi ya da ürünü de değildir, çünkü ortada henüz filozoflar yokken tanrılar vardı ve evrenin nedenleri, ateşten ya da sudan ya da hatta hiçlikten meydana gelişi konusunda saçmalamak kimsenin aklına gelmediği zaman da onlar vardı. Tanrı, aslında bir talebin, dileğin nesnesidir; o, talep edildiği, içten arzu edildiği, istendiği için, tasarlanmış, düşünülmüş, inanılmış bir varlıktır. Gözün özüne denk düşen bir varlık olarak, ışığın sadece göz için gerekli bir nesne olması gibi, tanrı da sadece genel olarak bir talebin nesnesidir, çünkü tanrıların doğası insani dileklerin doğasına denk düşer." -Ludwig Feuerbach-
İncelediğim kitap "Tanrıların Doğuşu" yazarı ise, Alman ahlakçı ve felsefeci Ludwig Andreas Feuerbach'tır.
Kitaptan Alıntılar
Merhabalar.
İçinde bulunduğumuz Ağustos ayı ile ilgili bir sohbete başlamak istiyorum. Ağustos ayının isminin nereden geldiğini araştırmakla işe başladım. Roma'nın diktatör kralı Sezar'ın oğlu olan Octavius'un, ilk adını (Jül/July) Temmuz ayına verdiğini, daha sonra "kutlu, yüce" anlamında olan "Augustus" lakabını ise Ağustos ayına verdiğini tarihi kayıtlardan öğrendim. Oysa tam aksine bu ay Roma uygarlığına bir kabus olacak, Türkler tarafından ise kutlu bir ay olarak anılacaktır. Zira ilerleyen tarih boyunca Ağustos ayında Müslüman Türk orduları, Roma uygarlığını temsil edenleri sekiz kez önemli sonuçlar doğuran zaferlerle mağlup edeceklerdir.
Ağustos ayında vuku bulan tarihi olayları özetleyecek olursak, Müslüman Türkler;
Bütün bu zaferler silsilesi içinde ikisi vardır ki tarihe kalıcı istikamet vermiştir. Birisi 1071, diğeri 1922 zaferidir. Bin yılın iki ucunda yaşanan bu iki ihtişamlı zaferi birlikte ele alarak günümüze ışık tutan çıkarımlar yaptığımızda ilginç sonuçlar görebileceğimizi umuyoruz.
"Zafer" Ayı kutlu olsun!
Gel, genel gel! Ne olursan gel!
İster kafir, ister Mecusi,
İster puta tapan ol genel gel!
Bizim dergahımız ümitsizlik dergahı değildir.
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da gene gel!
Hz. Mevlana
Kimileri bu veciz sözleri farklı yorumlamakta ve Mevlana'yı hümanist, dinler arasında fark gözetmeyen, dost düşman ayırt etmeyen, İslam'ın esaslarıyla bağdaşmayan görüşleri olan birisi gibi değerlendirmektedirler.
Mevlana'nın bu sözünde esasen hak, hakikat ve hidayete çağrı ağır basmaktadır. Sevgi ve hoşgörü kokan bu mısralara geniş açıdan bakıp menfi bir yön bulmamak gerek.
Olgun bir Müslüman'ın her zaman sevgi ve hoşgörü duygusu ağır basar. Sevgi ve hoşgörü duygusu olmayan biri ne insandır, ne de Müslümandır!
Söz konusu atasözü, iki cümle halinde ve iki ayrı varlıktan bahsederek günümüz gerçeğini ortaya çıkarmak için atalarımız tarafından söylenmiş bir atasözüdür. Bu atasözünün ülkemizin her tarafında söylenen ve bilinen bir atasözü olup olmadığı konusunda bir araştırma yapmadım. Ancak, bu atasözünün ülkemizin her yöresinde bilinen ve söylenen bir atasözü olduğu konusunda hiç şüphem yoktur. Bu atasözü benim yaşadığım çevremde büyükler tarafından yeri geldiğin de taşı gediğine koymak için söylenegelen taş gibi bir atasözüdür.
Bahsi geçen atasözünde biri hayvan, diğeri insan olan iki varlığın da ölümleri nedeniyle; nalsız ölen bir eşeğin nallı olduğu, ölen bir insanın da götünün ballı olduğu işaret edilerek kıymete bindirilir.
Sağlığında iken itibar edilmeyen, yardım edilmeyen, beğenilmeyen, hor görülen bir aile bireyinin ölmekle birlikte kıymete bindiği ve aile efradı arasında methiyeler dizilmesi nedeniyle; sağlığında iken boklu olan götü, ölünce ballı olmuştur. Neden? Artık o kişi öldüğü için ne bakıma, ne de bakılmaya muhtaçlığı kalmamakla birlikte ona bakmakla yükümlü olan kişiler de bu sorumluluktan ve yükten kurtulmuşlardır.
Engelli ve bakıma muhtaç bir annenin bakımını, o kadar kız ve erkek çocuklarının arasından sadece bir kız çocuğu üstlenmiş ve ölene kadar da o kız çocuğu annesine bakmıştır. Diğer çocukları tarafından bakımı, sağlığı ve geçimiyle hiç ilgilenilmeyen anne, dün vefat ettiği için kıymete bindi ve hayatta iken diğer çocuklarınca hiç selam bile verilmeyen yatalak annenin sürekli altı temizlenen boklu götü, diğer çocuklarınca da sahiplenme yarışması esnasında götü ballı olmuştur.