Atatürk Olmadan Asla!

Merhabalar.

Suudi Arabistan'ın başkenti Riyad'da oynanması planlanan Türkcell Süper Kupa Maçı iptal edildi. Organizasyona ev sahipliği yapan Suudi Arabistanlı yetkililer; TFF ile kulüplerin bu maç için özel hazırladığı Atatürk ve Cumhuriyet konseptli pankart, tişört, video ve 100. Yıl Marşı'na "siyasi" diyerek karşı çıktı. TFF Başkanı Mehmet Büyükekşi, Suudiler ve iki kulübün başkanları Dursun Özbek ve Ali Koç ile görüşüp krizi çözmeye çalıştı. Suudiler kararlarında ısrar edince Galatasaray ve Fenerbahçe kulüpleri "ATATÜRK OLMADAN ASLA!" diyerek maça çıkmama kararı aldı ve organizasyon iptal edildi.

Galatasaray ve Fenerbahçe kulübü yöneticilerini ve oyuncularını bu asil duruşlarından dolayı tebrik ederiz. Bu necip ve büyük Türk milleti sizin arkanızdadır ve size minnettardır. 
Karikatürist Hicabi Demir



Bugün

Merhabalar.

Dünyada nerede olduğumuza bağlı olarak gökyüzünün 8 ila 14 km. arasında  soluduğumuz hava ile bulutların barındığı  katmana troposfer katmanı diyoruz. Troposfer, atmosferin yere temas eden en alt katıdır. Bu katmanda yerden yükseldikçe sıcaklık düşer. Gazların en yoğun olduğu kattır. “Tropos” değişim demektir. Bu katman adını, atmosferimizin bu bölümünde sürekli değişen ve gazları karıştıran hava koşullarından alır. Troposferle ilgili bu kadar bilgiyi paylaştıktan sonra asıl konumuza dönebiliriz.

Dün ve bugün hava rüzgarlı olmakla birlikte bulutların bulunduğu troposfer tabakasındaki rüzgar ne kadar güçlü esiyorsa sürekli bulutları batıdan doğuya doğru çok hızlı bir şekilde sürüklüyordu. Dışarıda güzel ve ferah bir bir bahar havası kokusu vardı. Bu koku, memleketimin bahar aylarında teneffüs ettiğim bahar kokusuna o kadar benziyordu ki, her nefes aldığım da kendimi memleketimde hissediyordum. 

Rüzgarın sayesinde bulutlar güneşle sanki köşe kapmaca oynuyorlardı. Bulutlar, bazen güneşin bize dönük yüzünü bizden saklıyorlar, bazen de önünü açarak cömertçe ışıklarını bizlere göndermesini sağlıyordu. Bazen de çok parçalı bulutların arasından güneş bize kaş göz eder gibi bir görünüp bir kayboluyordu. Gökyüzündeki rüzgar, bulut ve güneş üçlüsünün hareketlerinden oluşan bu keyifli manzaranın seyrine doyum olmuyordu. 

Halen ben bu yazıyı yazarken troposfer katmanındaki rüzgar, bulut ve güneş üçlüsünün dansı devam ediyordu. Güneye bakan çalışma odamın penceresinden bir taraftan yazıyı yazarken, bir taraftan da bu üçlünün dansını seyretmeye devam ediyordum. Rüzgarın kovalamacasıyla büyük bir hızla batıdan doğuya doğru akın eden parçalı bulutların arasından güneşi görürken, mavi gökyüzü de sanki parçalanarak bölgelere ayrılmış bir gökyüzü haritasını andırıyordu.

Selam ve Saygılarımla.

Bir Gazete İncelemesi

Merhabalar.

Oksijen gazetesi 54 cm. uzunluğunda ve 34 cm. genişliğinde içeriği dergi formatında hazırlanmış, Türkiye'nin tek hafta sonu gazetesidir. Arkalı önlü 44 sayfadan ibarett olup, satış fiyatı 30,00 TL.sıdır. Oksijen'de magazin haberleri bulamazsınız. Haftanın içinden seçilen önemli haberlerle birlikte daha çok eğitici ve bilgilendirici haber ve konulara ağırlık verilmiş. Ana gazete sayfalarını, yorum(10), moda(1), sağlık(4), ekonomi(6), gayrimenkul(2), gündem(6), mavi dünya(1), politika(1), teknoloji(1), görüş(2), iklim(1), moda(1), spor(3), tarım(1) sayfa olmak üzere bu başlıklar altında önemli konu ve haberelere ayırmış.

Ek olarak verilen "O2" başlıklı ikinci gazete de aynı boyutlarda olup, arkalı önlü 32 sayfadan ibarettir. Şehir, yaşam, tiyatro, müzik, moda, dekorasyon, yemek, seyahat, hediye, güzellik, gündem, sürdürülebilirlik, eğlence, tarih, sanat, kitap, sinema, 6 sayfa (ekran) televizyon kanalları ile ilgili bilgi ve haberlere ayrılmış ve son sayfasında da bulmacası var.  

Ana gazetede yer verilen reklam alanını hesapladığım da  44 sayfalık gazetenin 10 tam sayfasının reklama ayrılmış olduğunu gördüm. Televizyon kanalları ile gazetelerin gelirlerinin büyük bir kısmını reklamlardan elde ettiği hepimizin malumudur.

Gazetenin ön sayfasında önemli haberler ile eğitici ve bilgilendirici haber başlıklarının kısa alıntılarına yer vererek devamının da hangi sayfada olduğu not düşülmüş. Ön sayfayı çevirdikten sonra gazetenin hemen "yorum" başlıklı ikinci sayfasında özetle: "Benden size kesin bir bilgi, istediğiniz kadar yayabilirsiniz: Sevilme ihtiyacımızı karşılamamızın bir tek yolu var; sen de birisini seveceksin! Birisine ihtiyacı olan sevgiyi vermelisin ki o da senden bunu esirgemesin."Mehmet Y. Yılmaz'ın "Sevilmeden sevmeyi becerebilir misiniz? başlıklı yazısına yer verilmiş. 

Gazete içerisinden dikkatimi çeken bir başka başlık ise Neo Skola CEO & Kurucu Ortaklarından Özgür Kızılelma'nın "Türkiye Polimatlarla Değişecek" başlıklı yorumdur. Yine yorum bölümünden Selçuk Şirin'in kaleme aldığı "Zorbalık Bir Sistem Meselesidir" başlıklı yazısında zorbalığı tarif ederek zorbalığın üç farklı şekilde tezahürünü açıklamış. 

Her konu başlığından bir haber ya da gündem maddesine yer verecek olursam, bu yazının tadı kaçar. Bu bağlamda Oksijen gazetesi ile ilgili yeteri kadar açıklamaya yer verdiğimi sanıyorum. Merak edenlerin hafta sonlarında en yakın bir gazete bayine giderek gazete raflarına göz atmalarını öneririm. 

Selem ve saygılarımla. 

Gayrimenkul ve Teknoloji


Merhabalar.

Barınma, insanın en temel ihtiyaçlarından biri. 2030 yılına kadar, UN-Habitat tahminlerine göre; dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 40'ı olan 3 milyar insanın erişilebilir konuta ihtiyaç duyacağı öngörülüyor. Bu, dünyada her gün 96 bin yeni uygun fiyatlı konut inşa edilmesi anlamına geliyor. Fakat nüfus artışı, doğal afetler, göçler gibi çok sayıda faktör, insanların güvenilir ve uygun fiyatlı konutlara erişimini günden güne zorlaştırıyor. TÜİK verilerine göre; Türkiye’de kent merkezinde 60 metrekare bir evi satın alabilmek için bir ailenin ihtiyacı olan yıl ortalaması 1985’te 6,8 iken bu süre bugün 10 yılın üzerinde. 

Nüfus yoğunluğu arttıkça şehirler plansız bir büyümenin içinde kalıyor. 2050 yılına kadar tüm dünyada 2,5 milyardan fazla insanın şehirlerde yaşayacağı düşünüldüğünde bu hızlı ve düzensiz büyüme insan hayatını daha da derinden etkileyeceği bugünün önemli bir gerçeği. 

Bunun farkında olan ülkeler akıllı şehir alanına çok ciddi yatırımlar yapıyor. Kendi enerjisini üreten binalar, kentsel tarım uygulamaları, sürdürülebilir ulaşım gibi farklı başlıklardan oluşan akıllı şehir pazarının 2027'de 1 trilyon doları geçeceği tahmin ediliyor. Gayrimenkul sektörü de bu dönüşüme uyum sağlamak için yeni iş modellerine yöneliyor.

Selam ve saygılarımla.


Oksijenin Hikayesi

Merhabalar.

"Yüreğimin İklimi" blog sayfasında görmüştüm bu haftalık gazeteyi ve merak etmiştim. Sadece hafta sonları bulmacası için aldığım Hürriyet gazetesini almak üzere 16.12.2023 Cumartesi günüi ikamet ettiğim yere oldukça uzak bir yerdeki gazete bayiine gittim ve gazete standında çok kalın gördüğüm Oksijen gazetesi için  kendi kendime "aman Allah'ım bu hafta ne kadar çok ek gazete ilave etmişler" dedim ve Hürriyet gazetesi ile birlikte Oksijen gazetesini de aldım ve içeriye gidip ücretini öderken de büfe sahibine latife olarak "oksijenin kalmadı, haberin olsun." dedim. O da "sadece iki adet gönderiyorlar" dedi ve ben oradan ayrılıp evin yolunu tuttum. 

Eve geldim ve pazar çantamı kanepenin üzerine boşalttığım da bir de ne göreyim, o çok kalın gördüğüm haftalık Oksijen gazetesinin ayrı ayrı iki adet gazete olduğunu gördüğüm de beynimden vurulmuşa döndüm. Hiç vakit kaybetmeden tekrar üzerimi değiştirdim ve fazladan aldığım Oksijen gazetesini bayiye iade etmek üzere tekrar yollara düştüm. Uzatmayım, bayiye durumu izah ederek fazladan aldığım Oksijen gazetesini özür dileyerek iade ettim. 

Tekrar eve döndüğümde vakit bir hayli olmuştu. Yüreğimin İklimi'nin de haftalık paylaşımlar yaptığı Oksijen gazetesinin hemen fotoğrafını çekerek gazete ile ilgili yaşadığım bu olayı sizlerle paylaşmak istedim. Gazetenin şöyle bir sayfalarını karıştırdım, ama henüz gazeteyi daha tam okumadım. Allah izin verirse, okuduktan sonra gazete ile ilgili düşüncelerimi tekrar burada paylaşacağım. 

Selam ve saygılarımla.

Okul otobüsü


Merhabalar.

Bu fotoğraf Ankara ili Etimesgut ilçesi Eryaman semtindeki Tunahan mahallesi sınırları içerisinde bir çocuk oyun alanına çocuklar oynasın, eğlensin diye kurulmuş minyatür bir oyuncak okul otobüsü. Bu fotoğrafı neden paylaştığıma gelince: Dünyayı sömürgeleştirmeye ve kölelştirmeye uğraşan küresel kraliyetçiler takımı olan ABD ve İngiltere'ye karşı Türkçemizi ve Milli Kültürümüzü korumamız gerektiğini hatırlatmak içindir.

Selam ve saygılarımla.


Gelmeyin


henüz daha doğmamış çocuklara,
bir nasihatim var benim.
gelmeyin bu yalan ve arsız dünyaya.
aldanmayın bu sahte oyun ve oynaşa.
zaman öyle çabuk geçiyor ki;
siz kendinizi yetiştiremeden, 
bir de bakmışsınız ki,
hayat sizi yetiştirmiş,
kaçınılmaz o son noktaya...
gelmeyin bu yalan ve namert dünyaya.
ne rüyalarında bir hakikat var; 
ne de gerçek hayatında.
gelmeyin bu yalan ve kahpe dünyaya.
günümü gün ederim sanmayın,
hiçbir şey göründüğü gibi değil;
nasıl bir oyunun seni beklediğini,
dünyanın sana ne hazırladığını bilmeden,
düşmeyin bu sahte dünyanın tuzağına.
gelmeyin derim ben, bu yalan dünyaya,
bekleyin, sabredin biraz daha... 
belki de beklediğimiz o son yakındır;
siz hiç eziyet çekip harcanmayın boşuna.
pişmanlıklar ve acılardan ibaret olan, 
gelmeyin bu yalan ve haset dünyaya.
gelmeyin kötülüklerine çark olmaya. 
gelmeyin, gelmeyin pişman olmaya...

Recep Altun, 28 Kasım 2023,Sincan/Ankara

Rantsal Dönüşüm Yasası

Bir mülkiyet hakkımıza el atmadıkları kalmıştı, en nihayetinde mülkiyet hakkımıza da el attılar. Çıkardıkları rant yasalarını çok masumane gerekçelerle kamu oyuna anlatıyorlar. Ama rant yasalarının içinde durduk yerde vatandaşı rahatsız edip uykularını kaçıracak hususların olduğu bir gerçektir. Dolayısıyla vatandaş bu yasalarla mağdur edilecek. Geçmişte yapılan uygulamalarda bunun çok açık seçik örnekleri var.

Gelelim vatandaşı mağdur edecek yeni Kentsel Dönüşüm Yasa'sına göz atmaya:

Kentsel dönüşümde vatandaşı mağdur etmeden yeni bir yaşam alanı kurmak ve dönüşüm süresince vatandaşların barınmasını sağlamak yerine hükümet 21 maddede polisin müdahalesine izin vermiş, eve çilingirle girme hakkı tanımış, masrafların maliklerden alınmasını düşünmüş, rezerv alanı keyfi bir rant gözüyle seçme hakkı vermiş ama tırnak ucu kadar vatandaşını düşünmemiş!

Bu dağınık sistem, iktidarın vatandaşı umursamadığı ve sadece kendi çıkarlarını düşündüğü anlamını taşıyor. Devlet, kendi yetersizliklerini vatandaşın cebinden doldurarak, aslında kentsel dönüşüm adı altında bir soygun düzenine dönüşüyor.

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı'nın lisanslandırdığı kamu kurumları ve üniversiteler, sermayesinin yüzde 40'ını kamuya ait olan şirketlerle birlikte riskli yapı tespitini yapıyor. Ancak, tespit edilen riskin faturası sadece mülk sahiplerine kesiliyor. Yani devlet, görevi sadece lisans vermekmiş gibi davranıp, mülk sahiplerini kendi riskleri ile baş başa bırakıyor.

Vatandaşlar ise risk denetimi adı altında attıkları ilk adımda  50-100 bin TL’lik masrafla karşılaşıyor. Devletin kendi denetim sürecinden doğan maliyet, vatandaşın sırtına yükleniyor. Adeta devlet, "Kendi evini güvenli yapmak istiyorsan cebinden öde" diyor.
 
İktidar, halkın çıkarlarını hiçe sayarak kendi çürük politikalarını dayatıyor ve vatandaşı kendi kaderine terk ediyor. Bütün bunların sonunda ne mi oluyor? 10 ay önce yaşadığımız ihmal vahşeti, ‘kader’ oluyor…

Türkiye’yi depreme hazırlamak için kentsel dönüşüm yasası hazırladığını iddia eden AKP iktidarının önerisinden “mülke el koyma” planının ortaya çıktığını görmemek için kör olmak lazım.

AKP iktidarının Meclis’e sunduğu Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Yasa Teklifi tartışma yarattı. Teklifin en tartışmalı maddesi ise “rezerv yapı alanı” ile ilgili düzenleme oldu. Meclis’e sunulan kentsel dönüşüm yasa teklifiyle üzerinde yapı bulunan alanlar, özel mülkiyetler, parklar ve askeri alanlar da rezerv alanı ilan edilebilecek.

Devletimizi elimizden alıp tarikat ve cemaatlere paylaştırdılar. Bankalarımızı, limanlarımızı, fabrikalarımızı daha nice kurum ve kuruluşlarımızı özelleştirme adı altında sattılar. 13 milyon sığınmacıyı ülkemize doldurup ortak getirdiler. Ve şimdi kentsel dönüşüm için REZERV ALAN yasası ile oturduğumuz evlere göz diktiler.

Her şey bununla da bitmiyor. Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’da yer alan “rezerv yapı alanı” tanımı da değiştirildi. Yasayla birlikte yerleşim yerlerinde yer alan parsellerin de rezerv yapı alanı olarak belirlenebilmesinin yolu açıldı.

Bu da şu demek oluyor, zamanında ev sahibi olabilmiş insanların artık kent içinde yaşama şansı olmayacak. Ciddi bir mülksüzleştirme hamlesi yapılacak. Bütün kıymetli alanların ve kent içinde potansiyel olarak yüksek değere sahip olan yerler artık rezerv alanı olarak ilan edilebilecek. İnsanlar başka yerlere gönderilecek ve yeniden borçlandırılacak. Borcunu ödemeyenlerin mülkleri de hazineye geçecek. Kentsel dönüşüm kılıfına bürünmüş "rantsal" dönüşüm ile, sizin çıkarıldığınız bölgeye lüks binalar yapılacak. Belki bu kez yandaşlara dahi peşkeş çekilmeden, direkt olarak Körfez ülkelerinin vatandaşlarına göz kırpılacak! Tam anlamıyla mülksüzleştirme süreci başlayacak.
 
Mülkiyetin etkin bir şekilde korunmasının tek güvencesi devlet ve devlet müdahaleciliği değildir. Mülkiyetimizi koruyacak olan kurallar ve kurumlardır; hukuk devletidir. 

Asla unutulmamalıdır ki, devletçilik ve devlet müdahaleciliği başta vergi olmak üzere sahip olduklarımızı yasal yollardan gasp etme aracına dönüşebilir. “Sınırsız vergileme yasal hırsızlıktır” sözünün manası budur; yani devlet keyfi, haksız ve ağır vergiler yoluyla sahip olduklarımızın bir kısmına ya da tamamına el koyabilir.

Bu bakımdan sınırsız devlet, insan hak ve özgürlükleri için en büyük tehlikedir. Güç ve yetkileri kontrol edilemeyecek derecede büyümüş bir devlet, mülkiyet hakkını kolayca ihlal ve istismar edebilir. Bu devlet, mülkiyet hakkının koruyucusu olamaz; tam aksine mülkiyet hakkı için bir tehdit ve tehlikedir.

Ey Türk Gençliği!


"...iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler.  ..."
                                                                                                                                                                                                   Mustafa Kemal Atatürk


İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, İzmir’in kurtuluşunun 100’üncü yılı kutlamalarındaki konuşması nedeniyle kendisine açılan soruşturma hakkında: “Mustafa Kemal Atatürk ve Nutuk soruşturulma noktasına gelmiş vaziyette. Bu Cumhuriyet’in yüzüncü yılında asla kabul edilemez” demiştir. Tunç Soyer'i İzmir'in kurtuluşunda yaptığı konuşması nedeniyle destekliyoruz, hakkında açılan bu soruşturmayı da haksız ve mesnetsiz bulduğumuz için kınıyoruz.

Ülke Elden Gidiyor...


Ey kafasını kuma gömen,
Sağır mısın, kör müsün?  
Çanlar senin için çalıyor;
Hala duymuyor musun?          
           
Kaldır kafanı kumdan
Etrafına şöyle bir bak; 
Ne oluyor, ne bitiyor?
Ülke elden gidiyor...

Daha neyi bekliyorsun?
Açlıktan ölmeni mi?
Niçin hala susuyorsun?
Çektiklerin yetmedi mi?

Sana gelmez kara para,
Helal para, ak akçedir... 
Ak akçe kara gün içinse;
Para, kirli işlerde karadır... 

             Recep Altun.  Ankara, 19 Kasım 2023

Bir Aşk Daha...


                                                                 -Mazide Kalan Aşklara İthafen-

gerçekten güzel miydi o günler?

yoksa mazide kaldıkları için miydi?

geçmişi harcayan neydi sahi?

birbirine değmeyen ellerimiz miydi?


denemek istemiştim aşk nedir diye,

aşk, korkak yüreklerin işi değilmiş!

nereden bilebilirdim, böyle olacağını,

bilseydim merak eder miydim hiç;

aşkın  bana göre olmayacağını...


Pahalıya mal olmadan öğrendim şükür.

ama yaralı ve kırık bir kalp kaldı geride.

unutur sanmıştım, ama unutmadı, feride.

bir aşk daha boynu bükük kaldı  şiirlerde...

                                                             Recep Altun,Ankara,12.11.2023

Minnetle Anıyoruz

Vatanımızın Kurtarıcısı, Cumhuriyet'imizin Kurucusu, Bağımsızlığımızın Mimarı, Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk;

Onun naçiz bedenidir bizden ayrılan, onun yaptıklarıdır bizimle beraber kalan. Aramızdan ayrılışının 85. yıl dönümü münasebetiyle sevgili Atamızı rahmetle, minnetle, saygıyla, sevgiyle ve özlemle anıyoruz. Ruhu şad olsun. 

Bimcell Kazığı



2012 yılı itibarıyla GSM sektöründe BİMcell adı altında hizmet vermeye başlayan BİM, Türk Telekom'un alt yapısını kullanarak BİMcell faaliyetleriyle GSM sektöründe de müşterilerine hizmet sunmaktadır. 

Gerçekten Bimcell abonelerine, diğer GSM operatörlerine göre en uygun fiyatı sunduğu için bağlantı kalitesine pek önem vermeyen GSM abonelerinin tercih ettiği bir sektör olmuştur. Bu bağlamda ben de on yılı aşkındır Bimcell'i tercih ederek GSM hizmeti alanlardanım. 

Ben,  Bimcell'in karma üçlü paketlerinden  yurt içi her yöne 750 dakika, her yöne 250 SMS ve 3 GB internet içeren "Dost Küçük" paketini aylık 102,00 TL. karşılığında kullanıyorum. Geçenlerde kullanım süresi bir ay ile sınırlı olan paketimin süresi bittiği için yeniden 102,00 TL. karşılığında paketimi yenilemem gerekiyordu. Ancak, 750 dakika konuşma süresi bana çok fazla geldiği için her seferinde artan konuşma sürem boşa gidiyordu. GSM hizmeti veren sektörler karma paketlerde bu süreleri öyle güzel ayarlıyorlar ki, kimine konuşma ve internet süresi yetmediği için daha büyük karma paketleri tercih etmek zorunda kalıyor; kimilerine göre de en ucuz paketin içerdiği süreler bile fazla geldiği için benim gibi beyhude ücret ödemek durumunda kalıyorlar. Ben de bu ay Bimcell hesabıma, 58,00 TL. karşılığında sadece 250 dakika konuşma süreli olan paketi tercih etmek üzere 90,00 TL. para yatırdım. O ara konuşma paketi tercihimi telefon ile evde daha rahat bir şekilde bildirmek üzere yola koyuldum. Ben mağazadan çıkıp eve gidinceye kadar, telefon cihazımda açık kalan "mobil veri" internet hizmeti sağlayan konum, hesabımdan 37 küsur lirayı kaşla göz arasında yutmuş. Eve gelince, SMS ile Bimcell'e 250 dakika paketini tercih ettiğimi gönderdim. Bimcell bana, bu hesabın aktif olduğunu ve kullanmaya başlayabileceğimi; ya da hesabımda kalan paranın bu pakete yeterli gelmediği için bu isteğimi yerine getiremediklerini belirten bir uyarı mesajı göndermesi gerekirdi, ancak söz konusu iki mesajdan hiçbiri gelmedi. Bakiye kalan bilgilerimi sorgulamam sonucunda hesabımda sadece 54 küsur liranın kaldığını öğrenince beynimden vurulmuşa döndüm. Olayı anlamakla beraber müşteri hizmetlerini aradım ve konuyu teyitle öğrenmiş bulundum. 

Bu etraflı ve uzunca GSM hikayemi neden anlatmak istediğime gelince. Ben daha tercihimi belirtmeden ve gerçekten cep telefonumu açıp internet bile kullanmamışken, sadece telefon cihazımdaki "mobil veri" tercihi açık kaldığı için, bunu bir fırsat bilerek beş dakika içinde hesabımdaki paranın 37 küsur lirasını internet kullanımı karşılığında yutmasına kızdım doğrusu. Ben bu duruma göre, pirince giderken evdeki bulgurdan oldum. İşte iletişim hizmeti sağlayan tüm operatörler aynı zihniyete sahip. Hizmet vermekten öte, "abonemi nasıl soyarım" mantığı ile çalışmaktadırlar. 

Kimin Cumhuriyeti?

GÖRÜNEN o ki, Cumhuriyetimizin 100. yılını en çok reklam ajansları kutluyor. Yüz yıl! Yüz yıl, dile kolay yüz yıl! Nasıl bir kabullenememişlik ki, Cumhuriyetimizin bir asrı geride bırakılmasını kutlamayı bile hazmedemiyorlar.

Bu, o yalın ayaklı çocukların Cumhuriyetidir.

Çok yaşa Cumhuriyet, ilelebet yaşa!

Y.B.

NOT: Bu paylaşım yorumlara kapalıdır. 

Daha Nereye Kadar?..

Bu bloglar niye var? Hep iyi giden şeyleri paylaşıp, ortalığın güllük gülistanlık olduğunu göstermek için mi? Gerçeklere hiç mi değinmeyeceğiz? Hep mutlu şiir, hikaye ve romanlar mı paylaşacağız? Hep edebiyat ve güzel sanatlar mı konuşacağız? Hep tabiatın yeşil ve mavi denizlerinden; kuşlarından, böceklerinden mi konuşacağız? Hep mutluluk tabloları mı resmedeceğiz? Kanayan, hatta kangren olmuş yaralardan hiç bahsetmeyecek miyiz? 

Türkiye Cumhuriyeti'nin devirdiği bir asrın sonunda ne hale geldiğimizden, her şeyin tepe taklak olduğundan hiç bahsetmeyecek miyiz? Ben öyle bu toplumun çok okumuş, bilgin ve aydın sayılan bir ferdi olmamakla birlikte neyin ne olduğunu görürken; okumuş, bilgin ve aydın kesimi oluşturan bu vatanın evlatlarına sesleniyorum. Daha nereye kadar?..

NOT: Bu paylaşım yorumlara kapalıdır. 

Gönül

"Gönül Çalab’ın tahtı,
Çalap gönüle baktı, 
İki cihan bedbahtı, 
Kim gönül yıkar ise." 

Çalap, Tanrı demektir. Tanrı’nın tahtı, insanın gönlüdür. İnsan gönlü yıkmak sembolik olarak Tanrı’nın tahtını yıkmak anlamına gelir, Kabe’yi yıkmaktan daha kötü bir davranıştır. Gönül yıkan iki alemde de hüsran olur.

Yunus Emre’nin şiirlerinden bir kez daha anlaşılıyor ki “gönül” kavramı son derece önemlidir. Çünkü, Gönül, Hakk’ın tecelli ettiği yerdir. Gönül kıranın bu dünyada da öbür dünyada da yeri yoktur. Makbul kabul edilebilecek hangi iyi işi yaparsanız yapın; eğer gönül kırdıysanız, hiçbir kıymeti yoktur. Yunus Emre, gönlü her şeyden üstün tutar. Cenab-ı Hakk orada tecelli ettiği için gönül yıkmanın çok büyük günah olduğunu söyler. Gönül yapmak ne kadar takdire şayan görülmüş ise, bir gönlü incitmek de o derece günah addedilmiştir.

Lügatler gönlü şöyle tarif ederler: "Gönül, yürekte olduğu varsayılan nitelik, sevgi, istek, anış, düşünüş gibi duygu kaynağı, kişinin iç dünyası. Arzu, istek, sine" Farsça dil, derun; Arapça kalb, hatır ve Türkçe yürek kelimeleriyle de karşılanan gönül; Türk edebiyatının divan, halk ve dini-tasavvufi mahsullerinin en önemli ve en çok işlenen konularından biridir. İmanın ve küfrün merkezi kalptir. Kalp iman nuru ile dolduğunda gönül, inkara ve küfre yöneldiğinde ise nefistir.

Arapça kökenli bir sözcük olan tecelli ise, ''cela'' kökünden türetilmiştir. Cela görüntü, tecelli ise görünmek ve belirmek anlamına gelir. Herkesten gizlenmiş bir şeyin açığa çıkması ve belirmesi demektir. Mecazi anlamda kader manasına da gelen tecelli; tasavvufta ise farklı bir manaya gelir. Başta Niyazi Mısri ve Yahya Efendi olmak üzere birçok divan şairi, Allah'ın sıfatlarının dünyada zuhur etmesini tecelli olarak adlandırmıştır. 

Bu bağlamda demem o ki; gönül yıkmayalım, kırmayalım, incitmeyelim; devamlı gönül yapalım, gönül alalım. Birinin gönlünü yıktığımız, kırdığımız, incittiğimiz zaman, Tanrıyı incitmiş ve kırmış gibi oluruz. Cenab-ı Hakk cümlemizi, gönül yıkanlardan değil, gönül yapanlardan eylesin inşAllah.

Pekmez Akıllı

 


Bahçemizdeki asmalardan bu sene pekmez kaynatacak kadar üzüm alamadık. İlaçlamamıza rağmen, üzümleri yine küf hastalığı sardı. Biraz Yelek köyünden biraz da arkadaşımın ceviz bahçesindeki asmalarından getirdiğimiz üzümleri pekmez toprağı ile karıştırdık, balkonda torbalarda çiğnedik ve elde ettiğimiz şırayı leğene koyduk ve başladık şırayı kaynatmaya. 

İlk günü şırayı bir taşımlık kaynattıktan sonra şırayı leğenden kovalara aldık. Şıra ertesi günü sabaha kadar kovalarda uyudu. Ertesi sabah uykusundan uyanan şırayı tekrar leğene boşalttık ve başladık yeniden kaynatmaya. Nihayet üzümden elde ettiğimiz şıra pekmeze döndü. 


Biz Kırşehirliyiz. Belki duydunuz ya da duymadınız; biz Kırşehirlilerle alay edilen bir "pekmez Akıllı" hikayesi vardır. Bu zamana kadar rivayeten anlatılan hikayeyi sizlerle paylaşmak istedim. 

Bir gün Kırşehirli bir köylünün ahırında yangın çıkar. Köylünün ahırında hem büyükbaş hayvanları, hem de pekmez küpleri varmış. Yangını gören diğer köylüler de yangın yerine yardıma gelmişler. Ahırı yanan köylü "Aman önce pekmez küplerimi kurtarın!" diye feryat ediyormuş. Oysa ahırda büyükbaş hayvanları da var; aslında yangından ilk kurtarılma önceliği canlılarındır. İşte bu nedenle "Nerelisin?" diye sorduklarında "Kırşehirliyim" deyince, "sen de mi pekmez akıllısın?" diye biz Kırşehirlilerle istihza ederler.  

Anlatılan bu hikaye ne derece doğrudur, ya da uydurmadır bilmiyorum. Ancak, pekmezin değerini, pekmez kaynatan bilir. Bu yıl bizim buralarda pekmezin kilosuna yüz elli lira diyorlar. Bu da bir kilo bal parasına müsavidir. 

Dolunay

Merhabalar.

Ayın tüm evrelerini ilgiyle takip eden biri olduğum için, Eylül 2023 ayının dolunay haberini paylaşmak istedim. Dün de ay dolunay gibiydi, ama takvimler bugünün dolunay olduğunu söylüyorlar. 

Gök olaylarında kehanet arayan biri değilim. Burçlara ve fallara inanmam, ama bazen okur geçerim. Dün gece ve bu sabah gökyüzünde bayağı bir parlak yıldız vardı. Büyük ve küçük ayı dışında diğer yıldız kümelerini bilmem. Ay, doğarken ve batarken aynı güneş gibi büyüyor.  Ayın ve güneşin büyük görünümleri de benim ilgi alanımda. İkamet ettiğim yer yüksek katlı bir yer olmadığı için ayın ve güneşin konumlarını çok sağlıklı bir şekilde gözlemliyemiyorum. 

Sizin de ilginizi çekiyor ve hava da açık olursa, iyi seyirler dilerim. Dikkat ettiyeseniz, ayın hep aynı yüzünü görürüz, çünkü ay’ın dünya’nın yörüngesindeki hareketiyle kendi eksenindeki dönüş hareketi eş zamanlıdır. Selam ve saygılarımla birlikte Allah'a emanet olun. 

Selam ve saygılarımla.

Fare Benim Ciğer Kedinin

Ev ve Bahçesinden Bir Görünüm
Merhabalar.

Malumunuz olduğu üzere yaz aylarını, babamızdan kalan ilçemizdeki müstakil bahçeli evde geçiriyoruz. Bahçe içinde köşede tandırlık ve küçük bir dükkan gibi müştemilatlarımız da var. Her sene olduğu gibi bahçe yine fare kaynıyor. Bu yıl bahçelerde ve tarlalarda da çok fazla fare var. 

Yukarıçiftlik Köyündeki Ceviz Bahçesi Boşluğuna Yapılan Sebzelik ve Korkuluklar

İlçe dışındaki arazilerde yapılan sebzelerden domatesleri hep fareler kemirerek yaraladı. Domatesleri kargalardan yaptığımız korkuluklarla koruduk ama, farelerden koruyamadık. 

Evin Giriş Kapısı

Evimizin giriş kapısını sürekli kapalı tutarız. Açık kaldığı zaman hemen fareler içeriye bir şekilde hücum ediyorlar. 

Mutfaktan Bir Görünüm

Geçenlerde mutfaktan gürültüler duydum ve hemen mutfağa girdim bir de ne göreyim bir fındık faresi taşın üzerinde geziyor. Beni görünce hemen taşın üzerinden fırının arka tarafına indi. Evde daha önceki yıllardan kalan fare yapıştırıcısını buldum. Evdeki hurda camlardan da, cam elmasıyla kare şeklinde 5-6 parça cam kestim. Yapıştırıcıyı daire şeklinde camın etrafına sürdüm. Tam ortasına da taze peynir koydum ve başladım beklemeye. 

Lafı fazla uzatmayayım, mutfakta tam üç adet fındık faresi yakaladım. Bahçemizde kedimiz de var; ne işe yarıyorsa? Ciğerleri o yiyor; fareleri ben tutuyorum. 

Nass


Merhabalar.

Bloggerin kumanda panelinden yeni yayın komutuna kaç kez tıklayıp yeni sayfa açıp bir şeyler yazmadan hep geri çıktım. Söz konusu paylaşacağım yazının pek kimsenin de ilgisini çekeceğini zannetmiyorum ama, bu konuyu da paylaşmadan yapamadım. Sanki bu durumu kimse bilmiyor mu? Biliyor. Hem de herkes biliyor. Peki burada herkesin bildiği bu konuyu gündeme almanın veya tekrar etmenin ne faydası olacak? İlaç mı olacak? Sorun düzelecek mi? Hayır! Hiçbiri olmayacak. Sadece bu konuyu burada paylaştığımla kalacağım ve Hz. İbrahim'i yakmak üzere Nemrut emriyle hazırlanan ateşi söndürmek için su taşıyan karınca misali bu yazıyı burada paylaşmakla haksızlığa ve kötü gidişe dur demenin vicdanı rahatlığını yaşayacağım.
 
Türkiye tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden birini yaşıyoruz. Yaşadığımız büyük krizi basitçe kur artışı olarak adlandırmak ve sebebini de dış güçlere bağlamak doğru değildir. Enflasyondan işsizliğe, yoksullaşmadan ekonomik durgunluğa kadar hayatlarımızı her alanda kabusa çeviren kapsamlı bir ekonomik krizle karşı karşıya bulunuyoruz.


"Nass'lar neyi emrediyorsa onu yapacağız" diyerek ekonomiyi kendi dini yorumuyla yöneten iktidar, uzmanların tüm uyarılarına rağmen 2 yılı aşkın süre faizleri indirmişti. Ancak ekonomik kriz giderek derinleşti. "Nass" unutulup rafa kaldırıldı,  bu kez faizin önü açıldı ve zirveye taşındı. İhtiyaç kredisi faizleri yüzde 60'a dayandı. Olan yine vatandaşa oldu. 

Eğer siz de ekonomik krizi yaşadığına inanan, bundan etkilenen ve rahatsızlık duyan biriyseniz; lütfen vicdanınızın sesini dinleyin ve bu yazıyı içinizden geldiği gibi ve çekinmeden yorumlarınızla destekleyiniz. 

Selam ve saygılarımla.

Kabristan Ziyareti

6 Haziran 2020 Tarihli Bir Kabir Ziyareti

Merhabalar.

Prostat ameliyatı oluncaya kadar yaz aylarında haftada üç gün bisiklete atlar, doğru kabristana gider, yakınlarımın mezarlarının bakımını ve ziyaretlerimi yapardım. Bu yıl bisiklete binmem yasaklandı. Çünkü bir de ameliyat esnasında oluşan sol kasık fıtığı çıktı. Yaptığım araştırma sonucu prostat ameliyatları sonrası kasık fıtıklarının oluşması beklenen komplikasyonlardan biriymiş, ama ben bu durumu diğer komplikasyonlar gibi doktorlarımdan değil, internetten öğreniyorum. 

Bu yıl iki kez kabristana yaya olarak gittim. Artık uzun mesafeli yaya yol yürüyüşlerinin beni yorduğunu hissettim. Kasık fıtığım olmasa yine bisiklete binmeye devam edecektim ama, henüz daha 1 cm. yırtığı olan bir kasık fıtığını büyüterek başıma iş açmak istemedim. Yaz aylarını geçirmek üzere geldiğim memleketimdeki devlet hastanesinde de fıtık ameliyatını olabilirdim ancak, hastanenin tek bir cerrahı var;  o da sorunlu, hastalarına karşı iyi davranmıyor. İyi davranmadığı için de hastalarıyla sürekli tartışma yaşıyor. Kasım ayında yeniden Ankara'ya döneceğim için, fıtık ameliyatımı kendi hastanemde olurum diye tehir ettim. 

Kabristan ziyaretleri beni biraz rahatlatıyor, kendimi orada iyi hissediyorum. Kabir ehli gayet zararsız kimseler. Onlar asla senin canını sıkmazlar, sana sorun çıkarmazlar. Kendi hallerinde derin ve deliksiz bir uyku halindeler. En son Kovid-19 virüsünden 66 yaşında kaybettiğimiz emekli öğretmen halamın oğlu Salih'ten ahiret yurdundan haber vermesi konusunda çok ümitliydim. Kendisi deistti, sağ iken, onunla bu konuları çok sık konuşurduk ve "sen hiç merak etme dayı oğlu oraya gidersem sana haber veririm" demişti. Mezarının başına varıyorum ona sesleniyorum, ama o bana hiçbir şekilde cevap vermiyor. Bu cümleleri sakın ciddiye almayın, sağlığında kendisiyle böyle sohbet ettiğimiz için ben de kabri başına varıp, onunla böyle sohbete devam ediyorum. 

Kabir ziyaretlerimizin mevtalara hiçbir faydası yoktur. Ziyaretlerimizin faydası bizedir. Ben zaten hiçbir kabir başında mevta için bırakın Kur'an'dan bir aşır okumayı Fatiha bile okumuyorum. Sadece şöyle niyazda bulunuyorum: "Allah sana rahmetiyle, merhametiyle, mağfiretiyle ve de cennetiyle muamele eylesin." Bu kadar... Bu konuyu daha fazla irdelemek istemiyorum, çünkü insanların inançlarına karşı saygılı olmak durumundayım. Herkes bir başkasına zarar vermeden ve bir başkasını rahatsız etmeden inandığı gibi dini vecibelerini yerine getirebilir. 

Mektubuma burada son verirken, hepinize sağlıklı, huzurlu ve mutlu günler dilerim. Sağlıcakla ve esen kalın. 

Tanrıların Doğuşu

Sizleri bilmem ama, ben bu günlerde ne paylaşacağını ve ne yazacağını bilmeyen şaşkın bir ördek gibiyim. Şu anda her şeyim abluka altında. Aklım, fikrim, düşüncelerim, vicdanım, bütçem, sağlığım, maneviyatım ve her şeyden önemlisi ruhum vb. Kaldığım bu abluka çemberinin bulduğum zayıf bir noktasını kırarak nefes almak için dışarı başımı uzattığım da başucumda duran bir kitabın satır aralarından yazarının bana inatla gönderme yapan düşüncelerini sizlerle paylaşmak suretiyle kendime gelmek, daha doğrusu rahatlamak istedim.  

"Tanrı, menşe ve öz itibariyle bir 'akıl nesnesi' değildir, onu bu hale, daha sonraki kuşakların akılsızlığı ya da aklı getirmiştir. O, spekülasyonun, felsefenin nesnesi ya da ürünü de değildir, çünkü ortada henüz filozoflar yokken tanrılar vardı ve evrenin nedenleri, ateşten ya da sudan ya da hatta hiçlikten meydana gelişi konusunda saçmalamak kimsenin aklına gelmediği zaman da onlar vardı. Tanrı, aslında bir talebin, dileğin nesnesidir; o, talep edildiği, içten arzu edildiği, istendiği için, tasarlanmış, düşünülmüş, inanılmış bir varlıktır. Gözün özüne denk düşen bir varlık olarak, ışığın sadece göz için gerekli bir nesne olması gibi, tanrı da sadece genel olarak bir talebin nesnesidir, çünkü tanrıların doğası insani dileklerin doğasına denk düşer." -Ludwig Feuerbach-

İncelediğim kitap "Tanrıların Doğuşu" yazarı ise, Alman ahlakçı ve felsefeci Ludwig Andreas Feuerbach'tır. 

Kitaptan Alıntılar

    * "Ne var ki insan sadece sahip olmak istediği şeye saygı gösterebilir ve değer verebilir, onu övebilir ve methedebilir."
      * "Hem Tanrıların hem de insanların, varoluşlarını sadece "duyumculuğun ve materyalizmin" hakikatine borçlu olması, çok acınacak, ama ne yazık ki yadsınamayacak bir gerçekliktir."
        * " Tanrılar, çelişki dolu varlıklardır. "
          * “Uykudan başka hiçbir şey ölüme benzemez; ama insan ruhu özellikle burada en tanrısal biçimi ile ortaya çıkar ve geleceği önceden görür [yani düşte], zira o, görünüşe göre, en çok burada özgür olur.”
             * "İnsanlar, her şey tanrılara bağlıymış gibi, doğa yokmuş, insan yokmuş gibi tanrılarla konuşur ve onlara yakarır, ama her şey doğal ve beşeri güçlere, araçlara bağlıymış, tanrılar yokmuş gibi davranır; kısacası insanlar inançlarında, yakarışlarında, sözlerinde teisttir, ama eylemlerinde ateist."
              * "Tanrılar, insana bütün güzel şeyleri asla vermez; ne boy pos, ne söz ustalığı, ne de bilgeliği."
                * "Talihsizlik, zaruret, kısacası felaket olmasaydı, tanrılar da mevcut olmazdı."
                  * "Tanrı diledi: Işık olsun ve ışık oldu. Bu yüzden tanrının esas özü, istemeyle yapabilmenin birliğidir; tanrı, dilediği ya da istediği şeyi yapabilen [yapan, gerçekleştiren] bir varlıktır."
                    * "Plutarchos şöyle der: Bir fırtınanın yaklaştığını gören kaptan kurtulmak için tanrılara yakarır, ama yakarırken de dümeni kendine çeker, yelken direklerini indirtir ve böylece fırtınadan kurtulur."

                    Ludwig Feuerbach, "Tanrıların Doğuşu" adlı kitabında, Tanrı biliminin (teoloji) gerçek anlamının insan bilimi (antropoloji) olduğunu savunuyor ve dinin, insan ruhunun rüyası olduğu görüşünü ileri sürüyor. Ancak insanın, rüyada da olsa hiçlikte ya da gökyüzünde değil, yeryüzünde yani gerçeklik diyarında olduğunu belirtiyor. Yazar kitabında klasik İbrani ve Hıristiyan antikçağ metinlerine yoğun göndermeler yaparak bu düşüncesini çözümleme yoluna gidiyor. 

                    Zafer Ayı

                     


                    Merhabalar.

                    İçinde bulunduğumuz Ağustos ayı ile ilgili bir sohbete başlamak istiyorum. Ağustos ayının isminin nereden geldiğini araştırmakla işe başladım. Roma'nın diktatör kralı Sezar'ın oğlu olan Octavius'un, ilk adını (Jül/July) Temmuz ayına verdiğini, daha sonra  "kutlu, yüce" anlamında olan "Augustus" lakabını ise Ağustos ayına verdiğini tarihi kayıtlardan öğrendim. Oysa tam aksine bu ay Roma uygarlığına bir kabus olacak, Türkler tarafından ise kutlu bir ay olarak anılacaktır. Zira ilerleyen tarih boyunca Ağustos ayında Müslüman Türk orduları, Roma uygarlığını temsil edenleri sekiz kez önemli sonuçlar doğuran zaferlerle mağlup edeceklerdir.   

                    Ağustos ayında vuku bulan tarihi olayları özetleyecek olursak, Müslüman Türkler; 

                    • 26 Ağustos 1071 Malazgirt'le Anadolu'yu yurt edinme yoluna girdiler. 
                    • 27 Ağustos 1389 Kosova'da beş asır sürecek Balkan hakimiyeti dönemini başlattılar.
                    • 26 Ağustos 1526'da Mohaç Zaferi ile Avrupa'nın kapılarını açtılar.
                    • 4 Ağustos 1578 Vadi's Seyl'de Portekiz'i yenerek Kuzey Afrika'yı tuttular. 
                    • 17-21 Ağustos 1915 Anafartalar Zaferi'yle Çanakkale Savaşı'nda büyük avantaj kazanıldı. 
                    • 23 Ağustos 1921 Sakarya ve 30 Ağustos 1922 Dumlupınar'da küllerinden doğarak Anadolu'da tutundular. 
                    • Ağustos'ta, Batı Haçlı ordularına karşı kazanılan bu zaferlere ilaveten 11 Ağustos 1473 Otlukbeli, 23 Ağustos 1514 Çaldıran, 24 Ağustos 1516 Mercidabık zaferlerini de eklersek onüç büyük zaferi arkamıza alıp milletçe Ağustos ayının adını, "Zafer" şeklinde değiştirsek yeridir.

                    Bütün bu zaferler silsilesi içinde ikisi vardır ki tarihe kalıcı istikamet vermiştir. Birisi 1071, diğeri 1922 zaferidir. Bin yılın iki ucunda yaşanan bu iki ihtişamlı zaferi birlikte ele alarak günümüze ışık tutan çıkarımlar yaptığımızda ilginç sonuçlar görebileceğimizi umuyoruz.

                    "Zafer" Ayı kutlu olsun!

                    Olgun Bir Müslüman

                    Hatırlarsanız, blog sayfalarımın birinde kaleme alacağımız yazıların konusu ile ilgili konuların kaynağı ve konu mu bizi seçer, biz mi konuyu seçeriz diye bir yazı paylaşmıştım. İşte şimdi konunun beni seçtiği bir yazıyı sizlerle paylaşmak üzere karşınızdayım.  


                    Gel, genel gel! Ne olursan gel!

                    İster kafir, ister Mecusi,

                    İster puta tapan ol genel gel!

                    Bizim dergahımız ümitsizlik dergahı değildir.

                    Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da gene gel!

                                                                    Hz. Mevlana 


                    Kimileri bu veciz sözleri farklı yorumlamakta ve Mevlana'yı hümanist, dinler arasında fark gözetmeyen, dost düşman ayırt etmeyen, İslam'ın esaslarıyla bağdaşmayan görüşleri olan birisi gibi değerlendirmektedirler. 

                    Mevlana'nın bu sözünde esasen hak, hakikat ve hidayete çağrı ağır basmaktadır. Sevgi ve hoşgörü kokan bu mısralara geniş açıdan bakıp menfi bir yön bulmamak gerek.

                    Olgun bir Müslüman'ın her zaman sevgi ve hoşgörü duygusu ağır basar. Sevgi ve hoşgörü duygusu olmayan biri ne insandır, ne de Müslümandır!

                    Ölü Götü Ballı Olur


                    Büyüklerimiz yaşam boyu elde ettikleri tecrübelerini güzel sözlerle taçlandırmışlardır. Birazcık müstehcen kelimelerle söylenmiş olsa da söylenen bu atasözüne sansür uygulamayarak olduğu gibi hem yazıma başlık olarak koydum, hem de yazımın içeriğinde yerine göre kullandım. 

                    Söz konusu atasözü, iki cümle halinde ve iki ayrı varlıktan bahsederek günümüz gerçeğini ortaya çıkarmak için atalarımız tarafından söylenmiş bir atasözüdür. Bu atasözünün ülkemizin her tarafında söylenen ve bilinen bir atasözü olup olmadığı konusunda bir araştırma yapmadım. Ancak, bu atasözünün ülkemizin her yöresinde bilinen ve söylenen bir atasözü olduğu konusunda hiç şüphem yoktur. Bu atasözü benim yaşadığım çevremde büyükler tarafından yeri geldiğin de taşı gediğine koymak için söylenegelen taş gibi bir atasözüdür. 

                    Bahsi geçen atasözünde biri hayvan, diğeri insan olan iki varlığın da ölümleri nedeniyle; nalsız ölen bir eşeğin nallı olduğu, ölen bir insanın da götünün ballı olduğu işaret edilerek kıymete bindirilir. 

                    Sağlığında iken itibar edilmeyen, yardım edilmeyen, beğenilmeyen, hor görülen bir aile bireyinin ölmekle birlikte kıymete bindiği ve aile efradı arasında methiyeler dizilmesi nedeniyle; sağlığında iken boklu olan götü, ölünce ballı olmuştur. Neden? Artık o kişi öldüğü için ne bakıma, ne de bakılmaya muhtaçlığı kalmamakla birlikte ona bakmakla yükümlü olan kişiler de bu sorumluluktan ve yükten kurtulmuşlardır.   

                    Engelli ve bakıma muhtaç bir annenin bakımını, o kadar kız ve erkek çocuklarının arasından sadece bir kız çocuğu üstlenmiş ve ölene kadar da o kız çocuğu annesine bakmıştır. Diğer çocukları tarafından bakımı, sağlığı ve geçimiyle hiç ilgilenilmeyen anne, dün vefat ettiği için kıymete bindi ve hayatta iken diğer çocuklarınca hiç selam bile verilmeyen yatalak annenin sürekli altı temizlenen boklu götü, diğer çocuklarınca da sahiplenme yarışması esnasında götü ballı olmuştur. 

                    Aynı zamanda bu atasözü, hayatında insanlara çok faydası dokunmamış ve başkaları tarafından önem verilmemiş birine, öldükten sonra çok mühim biriymiş gibi üstüne düşülüp, adına methiyeler dizmeyi niteleyen bir durumu vurgulamak için de söylenir.

                    Konumuz Konu


                    Merhabalar.

                    Her bloggere blog yazarken konularınızı nereden ve hangi alanlardan seçersiniz? Diye bir soru ilettikten sonra bir blogger olarak ben de bu soruya şöyle bir yanıt vermek istiyorum. Yaşamın her kesiminden. Yaşantılarımız, anılarımız, düşlerimiz, gözlemlerimiz, okuduklarımız... Bizler için birer konu alanıdır. Bu kaynaklardan seçtiğimiz bir konuyu işlerken, aynı zamanda değişik kaynakların da verileriyle bezeriz.

                    Gelelim ikinci sorumuza. Konu mu bizi seçer, biz mi konuyu seçeriz? Özellikle öğrencilik yıllarımızda okul içi yazma çalışmalarında, konuları biz seçmeyiz. Genel bir deyişle konular bizi seçer. Bazen de konumuzu bize içinde bulunduğumuz durumlar seçtirir. Bu soruya siz nasıl bir cevap verirsiniz bilmem ama; bazen konu bizi, bazen de biz konuyu seçeriz. 

                    Konunun seçilmesi, yazarlar için de söz konusudur. Hepimizin bildiği gibi yazar, birçok olaylara toplum adına tanık olan insandır. Bu tanık olma görevini ona, kimi durumlarda konunun yapısı ve niteliği yükler. İster istemez yazar, o konuyu seçme zorunluluğunu duyar.

                    Çoğunlukla konuyu seçmekte özgür değiliz ama, onu dilediğimiz biçimde sınırlar ve yorumlayabiliriz. Konuyu sınırlama, yazmada başarıyı sağlayan temel unsurdur. Konu sınırlandırılamazsa, ortaya koymayı amaçladığımız düşünceler görünürlük kazanmaz ve söyleyeceklerimiz genellemeler olmaktan öteye gitmez. Ayrıca yazımızda güçlü bir bütünlük sağlanmaz, bölük pörçük olur. 

                    İyi bir konu, her şeyden önce kendimiz ve okuyucumuz için çok ilginç olmalıdır. İlgi duymadığımız ve kendimizi veremediğimiz bir konuda yaratıcı olamayız. Yazarın yaratma gücünü, yöneldiği ilgi alanları da etkiler. Bu niteliği yanında iyi bir konu, açık olmalı, zorlanmadan işlenip geliştirilebilmelidir. Buna konunun inandırıcı olma niteliğini de katmalıyız. Ele aldığımız konunun doğruluğuna kendimiz inanmalıyız ki, başkalarını da inandırabilelim. İyi bir yazar olmada konu için sayılanların etkisi büyüktür; bu nitelikler, hem iyi yazmanın hem de iyi bir yazarın nitelikleridir. 

                    Her yazıda bir amaç vardır. Bu, bizi yazmaya iten, okuyucumuza vermek ya da iletmek istediğimiz temel düşüncedir. Gerçekte konu, bu düşüncenin aktarılmasında bir araç görevindedir. Amacımızı belirleyen cümleye de ana fikir cümlesi denir. Söyleyeceklerimize genellikle bu cümle yön verir. Ana fikir cümlesinin yazıda belli bir yeri yoktur. Yazının başında, ortasında ya da sonunda verilebileceği gibi, tümüne sindirilmiş de olabilir. Sizin anlayacağınız ana fikir cümlesi, yazarın tutumuna bağlı olarak yazı içinde yerini alır. 

                    Selam ve saygılarımla.